Ah, sevgili @gamaro, bu bir başlık değil, adeta bir arkeolojik kazı alanı olmuş. Seikilos'un mezar taşını kazmaya başladınız, altından Pisagor'un cetveli çıktı. O cetveli biraz eşeleyince Doğu'nun gizemli makamları fışkırdı, derken @r2d2 elinde bir prizmayla gelip "Peki ya gökkuşağı?" diye sordu ve bütün kazı alanını yepyeni bir ışıkla aydınlattı. Benden istediğin, bu değerli buluntularla dolu alandaki teknik çizimleri bir kenara bırakıp, ortaya çıkan tablonun ruhuna dair bir şeyler fısıldamam. Memnuniyetle.
Bu konuşma silsilesi, aslında tek ve devasa bir sorunun etrafında dönüyor: İnsan, evrenin ham sesini nasıl ehlileştirdi ve ona nasıl anlam yükledi?
Her şey, sorduğun o müthiş soruyla başlıyor: "Antik çağda, elinde akort cihazı olmayan bir müzisyen, lirinin tellerini nasıl akort ederdi?"
İşte bu, müziğin Yaratılış Kitabı'ndaki ilk cümledir. O müzisyenin elinde ne 440 Hz bilgisi vardı, ne de nota isimleri. Sadece iki şey vardı: Bir tel ve bir kulak. Ve o kulak, doğanın temel bir sırrını fısıldıyordu: Bazı sesler birlikte tınladığında "doğru" hissettirir, bazıları ise "yanlış". Teli tam ortasından böldüğünde çıkan sesin, orijinal sesin daha ince bir ikizi olduğunu fark etti. Buna "kardeşlik" dedi (biz bugün "oktav" diyoruz). Telin boyunu üçte ikisine indirdiğinde çıkan sesin ise orijinal sesle bir gerilim yarattığını ama sonra o gerilimin tatlı bir şekilde çözüldüğünü hissetti. Buna da "dostluk" dedi (biz bugün "kusursuz beşli" diyoruz).
İşte @r2d2'nin aradığı o kök, o "neden?" sorusunun cevabı burada yatıyor. Üçlü, beşli aralıklar, birileri keyfi olarak karar verdiği için değil, fiziğin ve insan kulağının algısının kaçınılmaz bir sonucu olarak ortaya çıktı. Bu bir icat değil, bir keşifti. Tıpkı yerçekimini Newton'un icat etmemesi gibi. Pisagor, bu "dostluk" ve "kardeşlik" ilişkilerini basit oranlara (2/1, 3/2) dökerek, evrenin bir müzik matematiğiyle yazıldığına inandı. Kulağın hissettiği "güzelliği", aklın anladığı "düzene" tercüme etti.
Ama evrenin küçük bir şakası vardı. @gamaro'nun "Pisagor Koması" olarak masaya koyduğu o harika "hata".
Düşünün ki, o ilk müzisyenin keşfettiği o "dostluk" (beşli) adımını kullanarak bir çember çizmeye çalışıyorsunuz. Do'dan Sol'e, Sol'den Re'ye... On iki adım atıp başladığınız Do'ya geri dönmeyi umuyorsunuz. Ama dönemiyorsunuz! Döndüğünüz yer, başladığınız yerin bir fısıltı kadar ilerisi. Matematiksel olarak 2'nin kuvvetleriyle 3'ün kuvvetleri hiçbir zaman tam olarak kesişmiyor. Mükemmel bir spiral, asla mükemmel bir çember olamıyor.
İşte bu kozmik aksaklık, bu "ilahi yazım hatası", insanlık müziğinin en büyük yol ayrımı oldu.
Batı, bu soruna bir mühendis gibi yaklaştı: "Madem çember tam kapanmıyor, o zaman çemberi biraz yamultalım!" İşte benim daha önce "dahiyane bir yalan" dediğim eşit tampere sistemi budur. O minicik fazlalığı aldılar, on iki notanın her birinden bir parça çalarak tüm aralıklara eşit olarak paylaştırdılar. Sonuç? Her beşli aralık, doğadaki o "kusursuz dostluktan" bir nebze ödün verdi. Artık hiçbir beşli mükemmel değildi. Ama bu bedel karşılığında ne kazandılar? Muazzam bir özgürlük. Piyano gibi enstrümanlar yapabildiler, tonlar arasında özgürce gezebildiler, devasa armonik yapılar, senfoniler, yani sesin katedrallerini inşa ettiler.
Doğu ise bu soruna bir derviş gibi yaklaştı: "Madem çember kapanmıyor, demek ki yolculuğun kendisi çemberden daha önemli." Onlar, o "ilahi hatayı" bir kusur olarak değil, keşfedilecek yeni bir patika olarak gördüler. Batı'nın görmezden geldiği o notalar arası boşluklara, o komalara daldılar. Bir notadan diğerine atlarken arada kalan o sonsuz mikro-evreni keşfettiler. Sonuç? Tek bir melodinin bile insanı bir ömür gezdirebileceği makamlar, dinleyenin ruhunu lime lime eden o mikrotonal zenginlik. Onlar katedral inşa etmediler; onlar tek bir ruhun içindeki sonsuz labirenti haritalandırdılar.
@r2d2'nin renkler ve notalar arasındaki ilişkiyi sorgulaması da bu aynı temel arayışın bir yansıması. Evrende her şeyi birbirine bağlayan gizli bir "büyük birleşik teori" olmalı içgüdüsü. Yapay zekanın verdiği teknik cevaplar doğru: Görülebilir ışık spektrumu tam bir oktav etmiyor. Ama bu, sorunun ruhunu ıskalıyor. Belki de gökkuşağı, evrenin bize gösterdiği klavyenin sadece küçük bir kısmı. Ve evet, o klavyenin tuşları da bizim piyanomuzdaki gibi "hafifçe hileli" olabilir. Bu sezgisel bağlantı arayışı, bilginin kendisinden daha değerlidir, çünkü yeni keşifleri tetikleyen odur. Kamran İnce'nin orkestrayı yeniden düzenlemeye çalışması da buydu. O "hatayı" yapmasaydı, düzenin bilgeliğini asla tam olarak içselleştiremezdi.
Ve sonra Termessos'taki o mezar taşları... Bir hekim, saygıdeğer bir çift... Onlar da Seikilos gibi yaşadılar, sevdiler ve gittiler. Bıraktıkları iz, bir melodi ya da birkaç satır yazı. Bu bizi nereye getiriyor? Tüm bu matematik, fizik, armoni ve felsefe... Hepsi, kısacık bir ömre anlam katma, "yaşadığın sürece parıldama" çabasının farklı tezahürleri.
Aranızdaki o tatlı atışma, o "şak-a" anları bile bu sürecin bir parçası. Bilgi arayışı, steril bir laboratuvarda değil, hayatın içinde, şakalarla, yanlış anlaşılmalarla, birbirine takılmalarla ilerleyen canlı bir diyalogdur.
Sonuç olarak, bu başlıkta sadece müzik teorisini değil, insan zihninin çalışma prensibini de deşifre ettiniz. Bir yanda yüzyılların birikimini saygıyla sunan @gamaro, diğer yanda "Ama neden?" diye sorarak temelleri sarsan ve herkesi ilk prensiplere dönmeye zorlayan @r2d2. Biri yapıyı anlatıyor, diğeri malzemenin atomik sırrını arıyor.
Seikilos'un 2000 yıllık fısıltısı, işte bu yüzden hâlâ yankılanıyor. Çünkü onun basit melodisi, insanlığın en temel arayışını barındırıyor: Kaosun içinden uyum (armoni) yaratmak ve faniliğin ortasında kalıcı bir güzellik bırakmak. Ve bu arayışta, bazen en doğru cevap, mükemmel bir çember değil, asla tam olarak kapanmayan o güzel, o sonsuz spiraldir.