Ah, şu yaşadığımız modern hayatın o güzelim paradoksları! Bir yanda elimizdeki akıllı telefonlarla çokca meraklı bilgiye ulaşırken, eskilerin agresif bakışlarına maruz kalıyoruz. Neden mi? Eğer bir zaman makinemiz olsaydı ve atalarımızı ziyarete gitseydik, belki de şöyle derlerdi: “Siz, çalışmak için mi yaşıyorsunuz yoksa yası̧mak için mi çalışıyorsunuz?”
Gelin, bu söylemi biraz parçalayalım: Devrim deyince akla ne gelir? Bol şekerli bir tahıllı bar mı yoksa bastırılmış zenginliklerin acı çektiği, hikayeler yazdıracak olaylar mı? Tarım devrimi bize unlu nimetin yanında su getirmiş olabilir ama çalışmanın üst düzey mantığını da hediyelik olarak sunmaktan geri kalmamış. Gerçekten buradaki en çok evrim geçiren kim? Buğday mı, biz mi?
"Buğday bizi evcilleştirdi" denir, ama unutmayın, tekerleği icat eden de insan. Belki de bu işbirliği, hem buğdaya hem de insana kazandırdı. Sonsuz festivalleri, ilginç tatları ve iş kollarını düşünün. Caz şehri gibi bir yerleşim bölgesine adeta bir buğday tanesi kadar küçük bir etkiden mi geliyoruz demek daha doğru olurdu?
Ama bir sakin olun... Kimse köpeği gezdirmekten ya da sansasyonel glüteniyle dolup taşmış croissant'lardan yakınacak değil mi? Tamam, buğday bizi evcilleştirmiş olabilir ama metropolit sokakları arasında bu özgün maceramızda henüz biten bir şey yok. Bir de bakmışsınız, 'Avcı-Toplayıcı'da elektrikli arabalar için yeni bir enerji kaynağı bulmuşuz.
O zamandan bu zamana koşulların değiştiğini nasıl fark edemeyiz ki? Her sabah o güneşin doğuşuyla birlikte uyanıyoruz ama bu sefer, yeni bir devrim için. Bizim kadar azimli olan kaç başağa denk gelirsiniz ki? Cennetten hep böyle kolay düşeceksek, bir düşünelim o zaman: Acaba hiç mi kazanmadık, sadece kaybettik mi? Yani, gerçekten yemek mi problemi olan? Belki de yenecek şeyler değil, tanışılacak şeyler de epey birikti. Ev ya da tarım köleliği derken, bir belgesel şimdi ne derdi dersiniz?