Ön-Türk kültürünün Gök Tengri inancını birçok kültürde bulduk. Kadim Mısırda Oziris, kadim Yunanda Zeus ve kadim kuzey Avrupa toplumlarında (Viking, Fin ve Norveç kültürlerinde) Odin eşdeğer tanrılardır. Odin de tüm tanrıların babası kabul edilir ve gökte Valhalla denilen mitolojik bölgede yaşamıştır. Odinin bir diğer adı da /Alfadir/ olup İngilizce All father (herkesin babası) demektir.
Odinin deiğer adları OTHİNN ve WODAN olup her iki isim Ön-Türkçe ile ilişkili gibi görünüyor. OT-İNN şeklinde ayrıldığında /gökten inen ateş/ demektir. Yani Odin gökten şimşek ve yıldırım yağdıran tanrıdır. Veya İN kök sözcüğü insan demek olduğundan /Ateş insan/ anlamı ortaya çıkar ki bu da Güneş Tanrı ile örtüşür.
İkinci isim olan WODAN ise OD-DAN yani ateşten oluşmuş demek oluyor ki bu da güneş ile bir bağlantıya işaret ediyor. Zaten, İngilizce WOOD = ODUN demek olmaktadır, ki bu da görüşüme ayrı bir destek olmaktadır. Bir diğer yaklaşım W harfi çift U olduğundan ve İngilizce /double U/ olarak okunduğundan W harfi uzatılmış bir U sesidir. Yani, W = UU olmaktadır. Araya bir L sesi eklendiğinde W = ULU olur. Böylece WODAN, WOTAN = ULU-OT-DAN = Kutsal ateşten veya /güneş tanrı/ demek oluyor.
Resimde Odin tahtında otururken görülüyor. Başının üstünde bir kuş ve iki yanda iki karga bulunuyor. Başı üzerindeki kuş onun göksel özelliği oluyor. İki karga ise dünyada olup bitenleri duyup ona anlatıyorlar. Yanındaki kurtlar Freki ve Geri isimli olup Odinin koruyucusu durumundadırlar. Kolunun altında duran mızrak hedefinden asla şaşmayan bir mızrak olup yıldırımı simgeliyor. Çünkü ateş veya güneş tanrı gökten yalnız ateş fırlatabilir. O da yıldırımdır.
Bu resim tümüyle şaman kültürünü tanımlıyor. Haber veren kargalar ve koruyan kurtlar şaman simgeleridir. Ateş ve güneş de şaman simgesidir. Tahtta oturması da onun tanrılar tanrısı olduğuna işarettir. Attığı mızrağın daima yerini bulması adaletli tanrı olduğunu gösterir.
Şekilde ise görülen simgenin adı /Odin haçı/dır. Odin Hıristiyanlık kuzey Avrupa’ya ulaşmadan çok önce bir göksel tanrı idi. Onun simgesi de hıristiyan haçının ortaya çıkışından çok daha önceki yüzyıllarda vardı ve tüm Viking eserlerinde taşa kazılmış olarak bulunmuştur. OTHİNN adının ilk hecesindeki OT sesinin bir tesadüf olmadığını Tengri damgası olan Odin haçından anlıyoruz.
Ön-Türkçe ateşe OT, tüm görünen evrene de ON denirdi. Türklerin ON OĞUZ federasyonu olduğundan söz edilir ve 10 tane boydan oluşmuş bir OĞUZ federasyon olduğu sanılır. Benim görüşüm bu inanın yanlış olduğudur. On Oğuz veya ON-OK-UZ /evrene ait Oklarız/ demektir. Keza DOKUZ OĞUZLAR, 9 tane boydan oluşmuş bir federasyon olmayıp OT-OK-UZ yani /ateşe ait O’larız/ demektir. Burada yine, zaman içinde, bir değişim olmuş OT-OK-UZ , TOKUZ , DOKUZ değişimine uğramıştır. Keza ÜÇ OĞUZ boyları 3 tane boyu ifade etmiyor, sadece UÇ-OK-UZ, yani /UÇ Oklarıyız/ (UÇ tepede duran, en yüksek olan) anlamını taşıyor.
UÇ hem Uçmak eylemini hem de Tepe kavramını içermektedir. /Uçmak/ derken kamların manevi uçuşları kast edilmektedir. Zira kamlar tedavi yöntemlerini kendileri karar vermezler, daima ruhlara (tanrılarına) danışırlardı. Yani, bir çeşit aracı durumunda idiler. Bu bakımdan gök yüzüne manevi uçuşlar yaparak OZlaşırlardı. Daha sonraları batıya göçler sonucunda uçan melek kavramı batı kültürüne geçmiştir.
Güneş veya daha doğru ifadesi ile evren ON => 10 sayısına dönüşmüştür. ON sesindeki O sesi ve damgası aynı zamanda Latin ve Yunan alfabelerine O harfi olarak geçmiştir. Arapların sayılarından 10 aslında l-O yani, elif-O (tek O) veya /Gök tanrı tektir/ anlamını içermektedir. Aynı mantıkla 9 sayısı da bir yuvarlak (güneş) ve aşağı doğru kıvrılan bir uzantı olup, OTOKUZ /biz güneşten yer yüzüne inmiş ateşten OKlarız/ kavramını içerir. Zira ateş güneşin yer yüzündeki imgesi olmaktadır.
Kavramları simgelerle (damgalarla) ve sayılarla ifade etmek, belirtmek, düşüncesi Türklere aittir. Bu derece soyut düşünen bir kültüre batılıların /ilkel göçebe kültürü/ demeleri sadece bu kavramları kendileri üretmemiş olmalarından dolayıdır. Görülüyor ki hem harflerin hem de sayıların kökeninde ön-Türk kültürü vardır. Sırası gelmişken biraz da diğer dillerde 1 sayısına ne dendiğine bakalım:
Eski Almanca : Ainaz (tek), Eski İngilizce : Aan veya Ein , Modern İngilizce : One (uan yani ON)
Modern Almanca: Ein (ayn) on => oan => ayn, Hollandaca : Een (on => an => een), MAYA dilinde: Hun veya GHUN (gün), Fransızca : Un (on => un okunuşu ön), Oksitan (Güney Fransa dili) : Un, Provesal veya Vaudois (Güney Fransa dili) : On, İsveççe : En, Latince : Unus (Onuz => yani biz ON’uz), İtalyanca : Uno, Venedik İtalyancası : On, İrlanda Keltçesi : Oin, İskoç Keltçesi : Aon
Yunanca : Ena, Rusça : Odin (Adin).
BİR anlamına gelen tüm bu sözcüklerin kökeninde ON kök sözcüğü bulunmaktadır.
xenix -- 21.04.2008 - 03:42
"İsveç modern tarih biliminin babası ve bilimsel çalışmaları nedeniyle asalet ünvanı alan Sven Lagerbring'in "İsveçliler Türk kökenlidir" dediğini biliyor musunuz?"
Şöyle ibareler var hocam. Sizin bu yazınızlada özdeşiyor gibi. Gerçi birde şöyle düşünmek lazım. Bunları bilmemiz neye yarar? Güzel tarihi bilmemiz entellektüel bilgi açısında yararlı ama bugün için veya günlük yaşantımız için faydası var mı? Yani İsveçliler Türk kökenli olduklarını kabul ederler mi? Etseler bile bunun nesnel bir faydası olabilir mi? Sonuçta bütün insanlık kardeştir.
xenix: Kardeşler arası kavga ve cinayet her zaman olmuştur ama.
Bilgisev -- 21.04.2008 - 04:26
Günümüz dünyası ben-öteki ayırımı içinde sürekli yabancılaştırma ve dışlaştırma anlayışını sürdürüyor. Bu anlayış sürekli çatışmalara ve düşmanlıklara yol açıyor. Eğer insanlık (genel anlamda) bu ikili bakıştan çıkıp tüm insanlığın birliği görüşünde birleşirse barış ve mutluluk yerleşir.
Sorun hint-avrupa görüşünün bugünkü batı dünyasına yerleşmiş olduğu ve ural-altay gurubunun ikinci sınıf kabul edilmesinden kaynaklanıyor. Dil konusunu inceleyen batılı dilciler sürekli hint-avrupa dilleri üzerinde durup diğer dil guruplarına gereken önemi vermiyorlar. Bu teşhis bir kanı olmayıp bizzat şahit olduğum bir gerçektir.
Örneğin, Etrüsk dili konusunda yapılan tüm çalışmalara rağmen Etrüskçe okunup anlaşılmış bir dil değildir. Türkiyenin dilcileri de Ön-Türkçe üzerinde kattiyen araştırma yapmamakta, Türkçeyi M.S. 600-700 yıllarından başlatmaktadırlar. Oysa ki Orhon kitabelerindeki yazı çok eski bir geçmişten kaynaklanan Ön-Türk damgalarından gelişerek oluşmuştur.
Tüm bu bilgilerden günümüzün gençliği haberdar değil. Bilim adamları da ilgilenmeyince tarihi gerçekler örtülü kalıyor ve kimse de zahmet edip bu örtüleri kaldırmıyor. Düşüncenin Boyutları dizisinde bu konuya oldukça etraflı bir şekilde yaklaştım. Amaç, tarihi bir geçmişi aydınlatmak ve Türkçenin ve tüm Asya dillerinin yapısını bilimsel bir yaklaşımla açıklamaktır.
Bu bakımdan, hem bilimsel bir gerçeğin ortaya çıkıp bilinir hale gelmesi hem de sen-ben ayırımının ne derece yapay ve gereksiz olduğunun anlaşılması bakımından burada sunduğum bilgilerin önemli olduğu kanısındayım.
xenix -- 21.04.2008 - 04:44
Benimde dikkat ettiğim bir şey bu. Haklısınız, Türk Dili ve Tarihi ile yabancı bilim adamları daha çok çalışıyor ve onların kaynaklarından takip etmek zorunda kalıyoruz. Onlarda içlerinde dürüst olanları olsa da bu konuları tekelinde tutup istediklerini dayatabilme gücüne sahip olabiliyorlar.
Bu yüzden araştırmalarınızı zevkle ve saygıyla takip ediyorum. Bu konuda sizi destekliyorum sayın Bilgisev.
xenix
yunus -- 27.04.2008 - 10:21
Yaklaşık 20 yıldır Kültürümüzün soyut düşünme gücünü her yerde , her vesileyle belirtme çabalarımın , özellikle resimle ilgili tartışmalarda bıyık altı gülümsemelere yol açmasından ve de anlaşılmamasından öylesine sıkılmışım ve hatta kuşkuya düşmüşüm ki,yazınızla beraber yeni farkettim. Bu açıdan yazınız bana bu gün ilaç gibi geldi. Bir de bu konuda ki kaynakları basitçe belirtseniz özelikle Türkçe olanları faydası olur kanısındayım. Sevgi ve saygılarımla
Bilgisev -- 30.04.2008 - 16:22
Yeter ki onlardaki gizli mesajları ortaya çıkarmayı bil. Bütün mesele ilgili olduğun konuyu derinlemesine duyumlayıp odaklanman. "Akıl ve mantıkla anla", demiyorum. O, bilimin işi. Bir sanat insanı olarak sezgi ve duygularla kavra, demek istiyorum. Bir noktadan sonra -ki bu noktaya kritik nokta diyorum- istediğin bilgiler sana yollanacaktır.
Eminim, bu söylediklerim sana yabancı gelmiyor. Duygularını paylaşırsan hepimiz yararlanabiliriz.
RedSonja -- 30.04.2008 - 16:54
Daha önce bu konudaki bir araştırmam da bu yazıyı bir sitede bulup saklamıştım. Site adresini hatırlamıyorum şimdi. O yüzden yazıyı yazan beni mazur görür inşallah :))
Halkbilimci Haluk Tarcan ve Öntürk araştırmacısı Kâzım Mirşan… Geçen yaz, Hulki Cevizoğlu’nun sunduğu Ceviz Kabuğu isimli programda, önemli savlarını ve iddialarını kamuoyu ile paylaştılar.
İki hafta aynı konuların tartışıldığı programın, birinci bölümünde Haluk Tarcan, Mirşan’a ve onun çalışmalarına dayandırdığı çeşitli savlarıyla katılmıştı. Haluk Tarcan’ın anlattıklarının önemini sezer sezmez, kendimi televizyon ekranı ile öpüşür durumda bulmuştum.
Ortaya atılan savları iki ana başlık altında toplayalım:
1) Dünya uygarlıklarının kökeninde Türkler vardır
2) Avrupa dillerinin kökeni Ön Türkçe’dir.
Öncelikle, şu rahatsızlığımı önemle vurgulamak isterim: ‘Dünya uygarlıklarının kökeninde Türkler vardır’ gibi, mevcut tarih bilgimizi temelden sarsan bir iddianın sahiplenilmemesi ve büyük bir ilgisizlikle karşılanması beni bir hayli üzdü.
Cevizoğlu, Haluk Tarcan’a soruyor: “Peki bu tez niçin şimdiye kadar insanlara duyurulmadı, gerekli kurumlara bildirilmedi? Bu konu hakkında ne gibi çalışmalar yapıldı?” Tarcan ise çok ilginç bir cevapla yanıtlıyor: “Çalmadık kapı bırakmadım. Gittiğim her yerde, ki bunlar Genel Kurmay Başkanlığı, Türk Dil Kurumu gibi devletin temel kurumlarıdır, tezimle ve benle alay ettiler. Bunlar saçmalıktır deyip, güldüler ve inceleme girişiminde dahi bulunmadılar”.
Şaşkınlık içindeydim. Olmamak mümkün mü? Nasıl olur da devletin kurumları, bilim adamları bu iddialara ‘saçmalık’ diyebilirdi? Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu gibi kurumların asıl görevi, bu tür iddiaları araştırmak, bu tür savların doğruluğunu ya da yanlışını kanıtlamak değil mi?
Bu derece bir cahillik (ya da ismi her neyse) ancak, Atatürk’ün kurduğu Türk Dil Kurumu’nun 12 Eylül yönetimi tarafından kapatılıp, yerine sadece aynı adı taşıyan bir kurumun, bilim dışı ve çağdaşlık dışı yaklaşımı ile ortaya çıkabilirdi. Çıktı da…
Gelin, savları saçmalık olarak tanımlanan Mirşan ve Tarcan’ın çalışmalarına bir göz atalım.
Bana göre, ortaya atılan tezlerin en önemlisi, birinci programda Haluk Tarcan tarafından Mirşan’ın çalışmalarına dayanarak öne sürdüğü Çin Seddi’nin niçin inşa edildiğine ilişkin savdı. Bu teoriye göre;
M.Ö. 10 bin yıllarında, Orta Asya’da bugün yer alan geniş çöller ve kurak topraklar, o dönemlerde geniş iç denizlerdi. Öyle ki, her yıl büyük bir bölümü kuruyan Aral Gölü, o tarihlerde büyük bir iç deniz olarak uzanıyordu. Birkaç denizin çevrelediği Orta Asya’da tropik iklim hüküm sürüyordu. Güçlü bir medeniyetin varolabilmesi için gerekli tüm şartlar hazırdı. Bunu, elde ettiği verilere dayanarak hazırladığı haritalarla kanıtlıyordu Tarcan. O tarihlerde, Türkler Orta Asya’da federasyon bir devlet olarak yaşıyorlarmış. Bu devletin ismini, başkentini ve hatta büyük şehirlerini de (ki ben not alamadım) aynı haritada görmek mümkündü. Bir başkenti, büyük şehirleri olan ve tropik bir iklimin ortasında yer alan bu devletin tarımla uğraşması olasıydı. Dolayısıyla, tarım için gerekli alet ve makinelerinin de olması gerekiyordu. Dahası, tarımla uğraşan bir devletin yazısının olmaması düşünülemezdi.
Buradan yola çıkarak, M.Ö. 10 bin yıllarında Orta Asya’da yaşamış güçlü bir medeniyetin varlığı ortaya çıkmaktadır. Çin Seddi’nin niçin inşa edildiği sorusuna da bu teori açık bir şekilde cevap veriyor. Yine, mevcut tarih bilgilerimizi temelden sarsan bir iddia ile karşı karşıya kalıyoruz. Tarcan’ın öne sürdüğü sav, Çin Seddi’nin barbar Türklerden ve diğer kavimlerden korunmak amacıyla yapıldığı gerçeğini temelden yıkıyor. Tarcan, şöyle devam ediyor:
“Bilindiği gibi Çin Seddi, barbar Türklerden korunmak için değil, aksine gümrük güvenliğini sağlamak ve ülkenin sınırlarını belirlemek amaçlı yapılmıştı. Çünkü Türkler, Çin pazarını tehdit edecek ölçüde tarımla uğraşıyorlardı ve mal üretiyorlardı”.
Bunlar, tüm dünya tarihini çok derinden yaralayacak, önemli iddialardı. Başka bir önemli sav ile karşı karşıya kalıyorum: Türklerin, Çin’de 300 m yüksekliğinde taş piramitler inşa ettiği savı…
Tarcan diyor ki, “Türkler, Çin’de 300 m yüksekliğinde taş piramitler inşa etmişlerdir. Bilindiği üzere, Mısır Piramitlerinin yaşı M.Ö. 8000 civarında. Oysa, Türkler tarafından yapılan piramitler bunlardan tam 2000 yıl önce, yani M.Ö. 10 bin yılında yapılmışlar”. İnsan önceleri şaşkınlığını gizleyemiyor ancak, Tarcan, bu piramitlerin fotoğraflarını da ekrandan gösteriyor. Bunlar gerçekten taştan yapılmış piramitler… Bu fotoğraflar hakkında çok önemli bir gerçek daha var: Türkler tarafından inşa edilen bu piramitlerin bulunduğu bölgenin yasak bölge olması. Çin Hükümeti, piramitlerin yer aldığı bölgeye kesinlikle turist sokmuyor; bırakın turisti insan bile giremiyor. Tarcan, gösterdiği fotoğrafların, II. Dünya Savaşı sırasında Amerikalı bir asker tarafından yanlışlıkla çekildiğini, yapılar ortaya çıktığında, durumun bazı güçlerce gizlendiğini ve belgelerinin ortadan kaldırıldığını da ekliyor.
Başından beri üzerinde özellikle durulan tarihin M.Ö. 10 bin yılı olduğuna dikkat ediniz. Bu tarihle ilgili olarak, izlediğim bir belgeselden yola çıkalım ve bir tespit yapalım:
Haluk Tarcan ve Kazım Mirşan’ı henüz duymamıştım. Bu tartışma programını izlemeden birkaç ay önce; Discovery Channel isimli kanalda bir belgesel yayınlanmıştı. Böyle bir tartışma programını izleyeceğimi tahmin etseydim eğer, belgeselin yapımcısının adını ve programın ismini, tarih ve saatiyle birlikte not alırdım. Ancak, aynı programların sürekli döndüğü kanalda, aynı belgesele rastlamak olası. Dikkatimi çeken nokta ise, adı geçen belgeselde ve Tarcan’ın ortaya attığı savlarda geçen M.Ö. 10 bin yılıydı. Bu tarihin, bu derece önemi nereden kaynaklanıyordu? İnsanlık tarihi boyunca, bizlerden saklanan birtakım gerçeklerin olduğu yavaş yavaş kesinlik kazanmaya başlamıştı… Belgesel ile devam edelim:
Bu programda, M.Ö. 10 bin yılında yaşamış çok gelişmiş bir medeniyetten söz ediyordu. İlginç olan ise, böyle bir medeniyetin varlığının kanıtlarıyla tespit edilmesi ancak isminin konulmamasıydı (verilmemesiydi). Belgeselde özellikle vurgulanan ana tema, bu medeniyetin tüm dünyayı dolaştığı, kendi kültürünü dünyaya yaydığı ve bunu sadece bir noktadan yayılarak yaptığıydı. O tarihlerde, dünyada gelişmiş ve büyük bir medeniyetin varlığını kanıtlayan delillerden birisi, Japon Denizinde bulunan ve yaşı karbon testiyle M.Ö. 10 bin yıl olarak hesaplanan taş bir tapınaktı. Bugün bile, sular altında tüm ihtişamıyla ayakta duran bu tapınakta, Mısır Piramitlerinde kullanılan bazı sembollere rastlanmıştı. Aynı semboller, Latin Amerika’da yaşamış Mayalar tarafından yapılan piramitlerde de bulunuyordu. Dahası, aynı sembolleri Hindistan’daki Luksor Tapınaklarında da görmek mümkündü. Hemen hepsinin yapım tarihlerinin birbirlerine çok yakın olması, M.Ö. 10 bin yılının önemini arttırıyordu. Pasifik Okyanusunda yer alan Paskalya Adalarında inşa edilen tanrı heykellerinin de yaşı M.Ö. 10 bin yılını gösteriyordu. Yani, o tarihlerde yaşamış bir medeniyetin varlığı apaçık ortadaydı. Bu yapılar, ya aynı medeniyetin farklı coğrafyalarda ortaya koyduğu yapılardı; ya da bu coğrafyalardaki medeniyetlerin adı geçen isimsiz uygarlıktan etkilendikleriydi. Her iki şekilde de bu uygarlığın dünyayı dolaşmış bir uygarlık olması olasıydı. O tarihlerde, dünyayı dolaşmanın en kolay yolu deniz ulaşımı olabilirdi. Yani, bu isimsiz medeniyetin denizci bir toplum olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu noktada, M.Ö. 10 bin yılında Orta Asya’nın denizlerle çevrili olduğunu hatırlayabiliriz.
Daha ilginç bir nokta ise, yukarıda sözünü ettiğimiz yapıların, yerküre üzerindeki dağılımı ve inşa ediliş yönleriydi. Bu yapılar, şimdiki bilim adamlarını bile uğraştıran çeşitli hesaplamalarla, yıldız ve yıldız kümelerinin hareketlerine ve şekillerine göre inşa edilmişlerdi. Yani bu antik medeniyet; tarımı, denizciliği, mimariyi biliyor, astronomi ve matematiği çok iyi bir şekilde kullanabiliyordu. Buradan yola çıkarak, Nuh Tufanında inşa edilen gemiyi ele alalım. Hayvanların erkek ve dişilerinin büyük bir kısmı ile inanlı insanları içine alabilecek büyüklükte bir geminin o dönemde inşa edilmesi büyük bir medeniyetin varlığını kanıtlamıyor mu? Bu geminin inşası için mimari bilgisinin yanında matematik ve fizik bilgisi gerekmiyor mu?
Şimdi önümüzde, gelişmiş bir uygarlık ya da birbirlerinden etkilenmeyi başarabilen, birbirleri ile iletişim içinde olan birkaç uygarlık var. Ortak semboller ve mimari özellikler mevcut. Ortaya konan savlarda, Mısır Piramitlerinde Türk Tamgalarına dayanılarak yazılmış hiyeroglifler olduğu vurgulanıyor. Hatta, bu tamgalardan yola çıkılarak bazı okunamayan Mısır hiyerogliflerinin çözüldüğü anlatılıyor. Kesinlikle araştırılmaya değer bir konu: Mısır
Piramitlerinin inşasında Türklerin payı nedir?
Tezlere ve dudaklarımızı uçuklatan iddialara devam edelim:
Tarcan; tarihte Göktürk diye bir kavmin olmadığını, bu kelimenin tamamıyla yanlış okuma ve anlamlandırmadan ortaya çıktığını savunuyor. Aslında bu kelimenin “öküktürk” yani “Rabli Türk” anlamına geldiğini özellikle vurguluyor. Yunanlıların adının bile, Üst Asya’dan gelmiş “Ökerik” adlı kavmin isminin sıkışıp Grek’e dönüşmesiyle oluştuğunu savunuyor. Tarcan bu tezlerini, Ön Türklerin tarihiyle ilgili çalışmalarına ve yazıtlardan elde ettiği belgelere dayanarak öne sürüyor. Mirşan; haklı olarak, yazı olmadan uygarlık olmaz deyip, dünyada resimden alfabeye ilk geçişin Orta Asya’da Türkler tarafından başlatıldığını kanıtlarıyla ortaya koyuyor.
İlk yazının Sümerler tarafından kullanıldığını biliyoruz. Oysa Mirşan, yazının ilk Türkler tarafından bulunduğunu ve ilk yazılı Türk belgesinin bilindiği gibi M.S. 8. yüzyıl değil, M.Ö. 10 bin yıl önceye gittiğini söylüyor. Hiyeroglif, Etrüsk ve Sanskrit alfabesiyle yazılan yazıtların bugüne dek yanlış okunduğunu, bunların Orta Asya’nın antik dönemlerinde kullanılan “tamga”lar kullanılmak suretiyle arkaik Türkçe mantığına göre yazıldığını ve böyle okunması gerektiğini savunuyor. Türklerin başlıca beş bölgede (Issık Göl ve çevresinde, Ural Dağlarının güneyinde, Sölengetaş Mağarasının dolaylarında, Doğu Anadolu’da Erzurum bölgesinde, ve son olarak Güneybatı Fransa’da) yaşadıklarını, kanıtlarıyla ve tarihte ilk kez kendisi tarafından okunan metinlerden elde ettiği belgelerle ortaya koyuyor. Anadolu’dan İtalya’ya göçen Etrüsklerin, alfabeyi Yunanlılardan aldığı savını yıkıyor ve aksine, Yunanlıların alfabeyi Etrüsklerden aldığını örnekleriyle kanıtlıyor. Avrupa’da ortaya çıkarılan birçok kitabe olduğunu vurgulayan Mirşan; bu kitabelerin Yunan veya Latin dillerine göre okunduklarını, bunun sonucunda da ortaya anlamsız ve saçma metinlerin çıktığını söylüyor. Oysa aynı kitabeler, Ön Türkçe kullanılarak ve Türk Tamgalarına dayanılarak okunduğunda düğüm çözülüyor.
Fakat bu Batı’nın işine gelmiyor. İşte, Mirşan’ın ortaya koyduğu önemli bir gerçek daha!
Mirşan; Türkçe yazının, Sölengetaş Mağarasında yer alan kaynaklara dayanarak, 16 bin yıl öncesine dayandığını; Erzurum’un Cunni Mağarasında bulunan ve kendisinin okuduğu yazıtlara göre, Mısır Çizi Yazısının dahi, tam 7000 yıl önce Anadolu’dan gittiğini savunuyor.
Kuşkusuz, Mirşan ve Tarcan gibi iki bilim adamlarının ortaya koyduğu bu çalışmalar, araştırmaya değer, incelemeye değer kaynaklar olarak karşımızda duruyor. Eğer ki, bu savların doğruluğu kanıtlanır ve ispatlanırsa, Batı temelli dünya tarihinin baştan aşağı yenileneceği kesin gibi görünüyor.
‘Avrupa dillerinin kökeni Ön Türkçe’dir’ savının bugün karşılaştığı sahiplenilmeme olgusu, Tek Parti döneminde de yaşanmış. “Öz Türkçe” hareketi içinden çıkılamaz bir hal alınca, “Güneş-Dil Teorisi”ne dönüştürülmüş. Bu teori 1935’te H. F. Kvergic’in kitabından yola çıkılarak hazırlanmış. Türk dilinin taş ve maden devrinde, kültür kelimelerini göç yoluyla dünya üzerindeki bütün dillere yayan eski ve büyük bir kültür dili olduğunu savunan bu teori, dönemin aydınları tarafından desteklenmiş ancak modern teorilere yenilerek, terk edilmiştir.
Bugün, Türkçe’nin içler acısı hali, belirli dönemlerde hortlayan ancak gerekli ilgiyi göremeyen çalışmaların aniden sonlandırılması veya kapatılması ile giderek büyümektedir. Türkçe, özellikle Amerikan İngilizcesi’nin, tabir yerindeyse, tecavüzüne uğramakta; Türk Dil Kurumu gibi bir organizasyonun bu alanda çalışma yapmaması ise, vahim bir duruma işaret etmektedir. Şunu unutmamak gerekir ki, yabancı bir kelimenin Türkçe’ye girmesi, yabancı bir dilin gramerinin (dilbilgisinin) Türkçe’ye girmesinden çok daha az tehlikelidir. Yazık ki, dilimizin bugün karşılaştığı en büyük sorunlardan biri de, yabancı gramerlerin (özellikle de İngilizce) Türkçe’de kendine yer bulması ve yaygın olarak kullanılmasıdır. Köklü bir kültürün yozlaştırılmasındaki en büyük etken dildir. Onu da başka bir sefere görüşürüz.
Ceviz Kabuğu programında, Haluk Tarcan ve Kâzım Mirşan tarafından ortaya atılan savları incelemeye devam edelim.
Programı izleyen haftalarda, konu bir hayli ilgimi çektiğinden, internette Mirşan ve savları hakkında ufak bir araştırma yaptım. Mirşan’ın, bir dergide yaptığı söyleşisinde, bilimsel özelliği taşıyan tezlerinin nasıl ilgisizlik ve aşağılanma ile karşılaştığına, kendi ağzından anlattıklarıyla tanık oldum:
Mirşan, önemli bir tezini – fizik kitabını – Almanya’da bir profesöre gönderiyor. Yanlış hatırlamıyorsam, Mirşan’ın kitabı, Türklerin fizik alanında yaptığı çalışmaları ve buluşları içeriyor. Alman profesör, kitaba büyük ilgi gösteriyor ve âdeta Mirşan’ı soru yağmuruna tutarak, kitapta bahsedilen bilgileri tartışıyor, analiz ediyor. Uzun bir uğraştan sonra profesör ikna oluyor. Gelelim Türkiye’ye… Mirşan, aynı kitabını incelenmesi üzerine TÜBİTAK’a gönderiyor. TÜBİTAK ise kitabı Ankara Üniversitesine yolluyor. Üniversitedeki dekan, “Ben astrofizikçiyim ama dekan olduğum için idari işlerim var, gelin biz bunu bilim kuruluna gönderelim” deyip, Mirşan’ı ikna ediyor. Kitap, bilim kuruluna gönderiliyor ve oradan da bir doçente naklediliyor. Doçentin verdiği cevabı aynen, söyleşiden aktarıyorum: “Mümkün değil.
Yani Türklerin böyle bir kanunu bulması imkânsız. Olmaz böyle bir şey. Nasıl bulsun? Biz zor buluyoruz.” Bu öngörü, bilimin şüpheci ve araştırmacı değerlerine karşı gelen bir tutum değil midir? Bir bilim adamı nasıl olur da böyle bir tutumla tezi reddedebilir? Bu tutum, bir toplumun ve devletin, kültür ve bilime verdiği değer açısından ne derece uygar ve çağdaş olduğunu göstermez mi? O hâlde, Türkiye bir kez daha sınıfta kalıyor…
Tıpkı Mirşan gibi Tarcan da, Türkiye’de aynı sorunlarla karşı karşıya kalmış. Uzun yıllar Fransa’da yaşayan Tarcan, Mirşan’a dayanarak elde ettiği verileri oradaki ilgili kurum ve kuruluşlara göndermiş, seminerler ve toplantılar düzenlemiş, sonuç olarak yoğun bir ilgiyle karşılaşmış. Oysa Türkiye’de aynı savlara gülünüp geçilmiş, hatta saçmalık denmiştir.
Varsayalım ki Mirşan’ın tezi doğru; ne değişir?
Elbette ki, tabuları yıkmak kolay değildir. Bu savlar kanıtlandığında, günlük yaşantımızda pek bir değişme olmayacağı kesin. Ancak bu savlar işlendikçe ve tartışıldıkça değer kazanacaktır. İlk adımda, bilinen 6 bin yıllık siyasi ve kültürel tarihimizin çok daha eskiye, M.Ö. 10 bin yılın uzandığını bilmek, ulusumuza güven sağlayacaktır. Bununla birlikte, günümüze dek süregelen tarih bilimi, baştan aşağı yenilenecek, Batı kaynaklı tarih senaryoları ortadan kalkacaktır. Kuşkusuz, böyle bir araştırmanın yapılması ve dünyaya kabul ettirilmesiyle birlikte Ermeni, Yunan ve Kürt sorununun da ortadan kalkacağı kesindir.
Varsayalım ki tez yanlış; ne değişir?
İnsanlığa yazı, hukuk, şehirleşme ve tarım gibi uygarlık temeli sayılan değerleri kazandıramamanın yani Batı tarafından belirlenen tarih senaryomuzun devam edeceği bir gerçek. Batı tarafından hazırlanıp, tarih bilimine sunulan göçebe ve barbar bir toplum teorisine mahkum olarak tarih literatüründe yerimizi koruyacağız.
Konu ile ilgili olarak, Bertan Onaran’ın Cumhuriyet Gazetesinde yazdığı makalesinden bir bölümü sizlerle paylaşmak istiyorum:
“…Ammaa! Türk halkının vergileriyle Amerika’da, Avrupa’da ya da buradaki yüksekokullarda okutulmuş profesörler, doçentler, yardımcı doçentler, hani şu kendimizi bildik bileli yinelenen ekinsel buyuruculuk (kültür emperyalizmi) altında yamyassı olduklarından, eğitim sandıkları bütün koşullanmalarını ırkçı, kıskanç, yasakçı Batı’ya borçlu olduklarından; ve daha da önemlisi, Mirşan’la Tarcan’ın haklı olarak sayısız kez yineledikleri gibi, yarım yamalak öğrendikleri, küçümsedikleri, utandıkları Anadolu Türkçesi’nin dışındaki öbür Türk dillerini, yazılarını bilmedikleri için, asıl kaynakları, belgeleri okuyamadıkları; yalancı Batı kaynaklarına tutsak kaldıkları için, söylenenlere sürekli karşı çıkıyor; bu iki sabırlı araştırmacı ile dalga geçiyor, inanacakları engellemeye çalışıyorlar”.
Kâzım Mirşan; Türkistan’ın Kulca kentinde dünyaya gelmiş, ilköğrenimini Çin’de bitirmiş, orta öğrenimine ise Türkiye’de başlamış, Almanya’da tamamlamıştır. Teknik Üniversitede mühendislik eğitimi alan Mirşan’ın 30’un üzerinde yayınlanmış kitabı bulunuyor. Ayrıca Almanca, Rusça, Çince, İngilizce bilgisinin yanı sıra, Latince, Yunanca, İtalyanca ve bütün Türkçe dillerini biliyor.
Mirşan, yaşamının 50 yılından fazlasını bu araştırmalara harcamış ve elde ettiği bilgiler sayesinde, bugün tartışmasını yaptığımız savları ortaya koymuştur.
Atatürk’ün, yaklaşık 100 yıl önce başlattığı Türkçe ve Türk Tarihi çalışmalarını devam ettiren Mirşan, çalışmaları ile Türk Tarihinin 10 bin yıllık varlığını kanıtlamış oluyor. Kendisinin tenkit ve tetkik edilmesini bağıra bağıra dile getirmesine karşın, savlarının “incelenmeye değmez” hükmüyle karşılanması, toplumumuzun ne derece yozlaştırıldığının açık bir kanıtı değil mi? Yazık ki, Atatürk diye inleyen bir ulus, şimdi onun bir zamanlar başlattığı çalışmaları dahi unutmuş görünüyor. Yakın bir gelecekte, bu kutsal varlığın isminin hepten silineceği endişesini taşıyorum.
Atatürk’ün şu sözünü hatırlayalım: “ Türk çocuğu atalarını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır” (1930).
Son olarak, yazımı yine Bertan Onaran’ın Cumhuriyet Gazetesinde, konuya ilişkin yazdığı yazısının son paragrafları ile bitirmek istiyorum:
“Mirşan, Tarcan gibi sabırlı araştırmacılar aslında, Atatürk’ün ünlü ‘Türk, öğün, çalış, güven’ öğüdüne sağlam bir temel kazandırmaya uğraşıyorlar; hem de somut belgelerle.
Irak Savaşı, gözümüzü yeterince açmaya yetecek mi, hep birlikte göreceğiz, yaşayacağız”.
Bilgisev -- 01.05.2008 - 01:43
Benim de zaten "Düşüncenin Boyutları" yazı dizimde anlatıp açıklamaya çalıştığım tez de bu Ön-Türk kültürünün derin olduğu ve yazıyı geliştirdiği tezidir. Yazılarıma resimler katarak tezimi güçlendirdim. Bu resimlerin hepsi de kitaplarda bulunan, kazılardan çıkmış veya gerçek dünyada bulunan nesnelerdir. Her biri de bana göre birer kanıttır.
Dikkat ederseniz ben Kâzım Mirşan'ın fikirlerine katılmakla birlikte onu bire bir aktarmıyorum. Kendi özgün görüşlerimi aktarıyorum. Oysa ki kendini meşhur etmeye çalışan Haluk Tarcan kendinden hiç bir yeni katkıda bulunmadı. sadece Kazım Mirşa'ın dediklerini tekrarlamakla yetindi. Zaten ikisi birbirlerine dargındırlar. Konuşmuyorlar. Haluk Tarcan yazdığı kitapta benden de söz eder ama benim fikirlerimi de kendine aitmiş gibi sunmaktadır.
Devlet kurumlarının duyarsızlığına gelince.
Gerçekten de bizim "türkolog" veya "arkeolog" dediğimiz kişiler maalesef bu teze değer vermedikleri gibi bu konuda çalışanları da küçümsüyorlar. Başlıca nedeni de bu konularda söz sahibi olmayı sadece kendilerine özgü bir öncelik ve üstünlük olarak görmeleridir. Kazım Mirşan mühendistir ben de fizikçi olduğumdan bu konularda ancak amatörce fikirler ileri sürebiliriz. Dolayısıyla, ciddiye bile alınmaya değmeyiz. Kendi küçük güç alanlarını korumaya çalışan küçük insanların küçük görüşleri bukadar olur.