Yeni Sonsuz Us
Sayfalar: 1 - 2 - 3 - 4 - 5 - 6 - 7 - 8 - 9 - 10 - 11 - 12 - 13 - 14 - 15 - 16 - 17 - 18 - 19 - 20 - 21 -

Yadsımanın Yadsınması

delete

Her bilimin kendi söz dağarcığı vardır ve terimler çoğunlukla gündelik kullanımla örtüşmez. Bu durum güçlüklere ve yanlış anlamalara yol açabilmektedir. “Yadsıma” sözcüğü genellikle basit yıkımı ya da yok etmeyi anlatıyormuş gibi anlaşılır. Diyalektikte yadsımanın bütünüyle farklı bir içeriği olduğunu anlamak önemlidir. Yadsıma aynı anda hem yadsımak hem de muhafaza etmek anlamına gelir. Bir tohum ayak altında ezilerek yadsınabilir. Tohum “yadsınmıştır,” ama diyalektik anlamda değil! Ama aynı tohum eğer kendi haline bırakılırsa ve şartlar da elverişliyse filizlenir. Böylece o, bir tohum olarak kendisini yadsımıştır ve bir bitki olmaya doğru gelişmektedir, daha sonraki bir aşamada yeni tohumlar vererek ölecektir. Besbelli ki bu, başlangıç noktasına bir dönüşü temsil etmektedir. Ne var ki, profesyonel bahçıvanların da bildiği gibi, özdeş tohumlar yeni türlere yol açarak kuşaktan kuşağa çeşitlenirler.

Bahçıvanlar bazı ırkların seçici döllemeyle yapay olarak üretilebileceğini de bilirler. İşte tam da bu yapay seleksiyondur ki, Darwin’e, tüm doğada kendiliğinden gerçekleşen ve tüm bitki ve hayvanların gelişimini anlamada anahtar olan doğal seleksiyon süreci için yaşamsal bir ipucu vermiştir. Söz konusu olan yalnızca değişim değil, belirli bir aşamada inorganik maddeden doğan karmaşık yaşam moleküllerinin kendisi de dahil, genellikle basit biçimlerden karmaşık biçimlere doğru ilerleyen gerçek gelişmedir. Yadsımaya ilişkin olarak kuantum mekaniğinden alınan aşağıdaki örneği düşünün. Bir elektron bir fotonla birleştiğinde ne olur? Elektron bir “kuantum sıçraması” geçirir ve foton ortadan kaybolur. Sonuç bir tür mekanik birleşme ya da bileşik değildir. Elektron öncekiyle aynı elektrondur, ama yeni bir enerji düzeyindedir. Aynı şey elektron bir protonla birleştiği zaman da geçerlidir. Elektron kaybolur ve protonun enerji düzeyinde ve yükünde bir sıçrama olur. Proton öncekiyle aynı protondur, ama yeni bir enerji düzeyinde ve yüktedir. O şimdi elektriksel olarak nötrdür ve bir nötron olmuştur. Diyalektik olarak söylersek, aynı anda hem yadsınmış hem de korunmuştur. Ortadan kaybolmuştur, ama yok olmamıştır. Yeni bir parçacığa girmiş ve kendisini bir enerji ve yük değişimi olarak ifade etmiştir.

Eski Yunanlılar tartışma diyalektiğini gayet iyi biliyorlardı. Düzgün yürüyen bir tartışmada, bir fikir ileri sürülür (Tez) ve onu yadsıyan karşıt görüşle karşılanır (Antitez). En sonunda, ilgili konuyu tüm bakış açılarından araştıran ve tüm gizli çelişkileri açığa çıkaran kapsamlı bir tartışma sürecinden geçerek bir sonuca (Sentez) varırız. Bir fikir birliğine varabiliriz ya da varamayız, ama tam da tartışma süreci sayesinde bilgimizi ve kavrayışımızı derinleştirmiş ve tüm tartışmayı farklı bir düzeye yükseltmiş oluruz. Marksizmi eleştirenlerin hemen hemen hiçbirisinin Marx ve Engels’i okuma zahmetine girmedikleri gayet açıktır. Meselâ çoğunlukla diyalektiğin “Tez-Antitez-Sentez”den oluştuğu zannedilir, ki onu da Marx’ın Hegel’den (onun da bunu Teslis’den kopya ettiği düşünülür) kopya ettiği ve topluma uyguladığı sanılır. Bu çocuksu karikatür bugün zeki olduğu düşünülen insanlar tarafından da tekrarlanmaktadır. İşin gerçeği şu ki, sadece Marx’ın diyalektik materyalizmi Hegel’in idealist diyalektiğinin karşıtı değil, bizzat Hegel’in diyalektiği de klasik Yunan felsefesininkinden çok farklıdır. Plehanov haklı olarak, Hegel diyalektiğinin etkileyici yapısını Tez-Antitez-Sentez’in “kuru üçlü”süne indirgeme çabasıyla dalga geçti. Hegel’in ileri diyalektiğinin Yunanlılarınkiyle ilişkisi, yaklaşık olarak modern kimyanın simyacıların ilkel araştırmalarıyla ilişkisiyle aynıdır. Bu sonuncuların, ilkinin temelini hazırladığı tamamen doğrudur, ama bunların “temelde aynı” olduğunu iddia etmek sadece gülünçtür. Hegel Herakleitos’a döndü, ama 2500 yıllık felsefi ve bilimsel ilerlemelerle zenginleştirilmiş biçimde, nitel olarak daha yüksek bir düzeyde.

Diyalektiğin gelişimi bizzat diyalektik bir süreçtir. Bugünlerde şarlatanlığın eşanlamlısı olarak kullanılan “simya” sözcüğü, her türden büyü imgesini ve kara büyüyü hatıra getirmektedir. Bu tür öğeler simya tarihinde eksik olmamıştır, ama simyanın etkinlikleri hiçbir surette bununla sınırlı değildi. Bilim tarihinde simya son derece önemli bir rol oynamıştır. Simya (alchemy) maddeye ilişkin her bilim için kullanılan Arapça bir sözcüktür. Şarlatanlar vardı, ama sayısı hiç de az olmayan iyi bilimciler de vardı! Ve kimya (chemistry) sözcüğü de aynı şeyi anlatan Batılı sözcüktür. Kimyadaki birçok sözcük Arap kökenlidir: asit, alkali, alkol, vb. Simyacılar bir elementi diğerine dönüştürmenin mümkün olduğu önermesinden yola çıktılar. Yüzyıllar boyunca, baz metali (kurşun) altına çevirmelerini sağlayacağına inandıkları “filozof taşını” keşfetmeye çalıştılar. Başarsaydılar, altının değeri hızla kurşunun değerine düşeceğinden, pek fazla şey kazanmayacaklardı! Ama bu ayrı bir hikâyedir. O zamanın fiili teknik düzeyi düşünüldüğünde simyacılar imkânsızın peşinde koşuyorlardı. Sonunda elementleri dönüştürmenin imkânsız olduğu sonucuna vardılar. Ancak, simyacıların girişimleri boşuna değildi. Bilimdışı bir hipotez olan filozof taşı peşinde, deney sanatını geliştirerek, bugün hâlâ laboratuvarlarda kullanılan deney araçlarını icat ederek ve geniş bir yelpazeye yayılan kimyasal reaksiyonları tanımlayıp analiz ederek, gerçekten değerli öncü çalışmalar yaptılar.

Modern kimya yalnızca simyacıların temel hipotezini –elementlerin dönüştürülmesi– reddederek ilerleyebildi. 18. yüzyılın sonlarından bu yana kimya bilimsel bir temelde gelişti. Geçmişin büyük hedeflerini bir kenara bırakarak, ileri doğru dev adımlar attı. Sonra, 1919’da İngiliz bilimci Rutherford, azot çekirdeklerinin alfa parçacıklarıyla bombardımanını içeren bir deney yaptı. Bu, atom çekirdeğinin ilk kez yarılmasına yol açtı. Rutherford böyle yapmakla, bir elementi (azot) başka bir elemente (oksijen) dönüştürmeyi başardı. Simyacıların yüzyıllık arayışları çözülmüştü, ama onların hiçbir şekilde önceden göremeyeceği bir tarzda. Şimdi bu sürece daha yakından bakalım. Tezle başlıyoruz:

a) elementlerin dönüştürülmesi; bu daha sonra kendi antiteziyle yadsınmaktadır,
b) elementlerin dönüştürülmesinin olanaksızlığı; bu da, sırası geldiğinde ikinci bir yadsımayla tersine çevrilir,
c) elementlerin dönüştürülmesi.

Burada üç şeye dikkat etmeliyiz. İlkin, her yadsıma kesin bir ilerleme, gerçekte ileri doğru nitel bir sıçrama demektir. İkinci olarak, birbirinin ardı sıra gelen her ilerleme, hem önceki aşamayı yadsır, ona karşı tepki verir, öte yandan da onda yararlı ve gerekli olan her şeyi muhafaza eder. Nihayet, son aşama –yadsımanın yadsınması– hiçbir şekilde başlangıç fikrine bir geri dönüşü değil (burada simya), eski biçimlerin nitel olarak daha yüksek bir düzeyde yeniden ortaya çıkmasını ifade eder. Bu arada, kurşunu altına çevirmek artık mümkündür, ama bu zahmete değmeyecek kadar pahalıdır!

Diyalektik, doğada, toplumda ve düşünce tarihinde işleyen temel süreçleri, sonsuz bir mekanik döngü içinde aynı süreçlerin tekrarlandığı kapalı bir çember olarak değil, hiçbir şeyin tıpatıp aynı biçimde kendini tekrarlamadığı, ucu açık spiral bir gelişme biçimi olarak tasarlar. Bu süreç felsefe ve bilim tarihinde açık biçimde görülebilir. Tüm düşünce tarihi çelişki yoluyla sonsuz bir gelişme sürecinden ibarettir. Bazı olguları açıklayan bir teori ileri sürülür. Bu teori, hem onu destekleyen kanıtların birikmesi yoluyla, hem de doyurucu bir alternatifin yokluğu nedeniyle yavaş yavaş kabul görür.

Belirli bir noktada, başlangıçta önemsiz istisnalar olarak gözardı edilen uyuşmazlıklar belirir. Sonra eskisine ters düşen yeni bir teori ortaya çıkar ve gözlenen olguları daha iyi açıklıyor görünür. Sonunda, bir mücadelenin ardından, yeni teori eski ortodoksluğu alt eder. Ama bundan sırası geldiğinde çözülmesi gereken yeni sorular ortaya çıkar. Çoğunlukla açığa çıkan şudur ki, başlangıçta gözden düşmüş olduğu düşünülen fikirlere geri döneriz. Ama bu başlangıç noktasına bir geri dönüş anlamına gelmez. Olan, doğanın, toplumun ve kendimizin daha derin bir kavranışını içeren diyalektik bir süreçtir. Felsefe ve bilim tarihinin diyalektiğidir bu. Marx ve Engels’in yoldaşlarından Joseph Dietzgen, bir keresinde, geri dönüp kendi hayatına bakan yaşlı bir adamın, onu, tekrar yaşayabilseydi şüphesiz ayıklamayı tercih edeceği sonsuz bir hatalar serisi olarak görebileceğini söylemişti. Ama bu durumda, ancak bu hatalar sayesinde buna hükmedebilme bilgeliğine eriştiğini ifade eden diyalektik çelişkiyle karşı karşıya kalır.

Hegel’in derin biçimde gözlediği gibi, bir gencin ağzından çıkan aynı genel doğrular, yaşam deneyimiyle bunlara anlam ve içerik kazandırmış olan bir adam tarafından söylendiğinde çok daha etkili olur. Bu doğrular hem aynıdır hem de değil. Başlangıçta ya pek az gerçek içeriği olan ya da hiç olmayan soyut bir düşünce, şimdi olgun düşüncenin ürünü haline gelmiştir. Farklı felsefi okulların tarihinin bizatihi bir diyalektik süreç olduğunu anlamak Hegel’in dehasıydı. O bunu bir bitkinin, birbirini yadsıyan, fakat bütününde bizzat onun yaşamını temsil eden farklı aşamalardan geçen yaşamıyla karşılaştırır: Sıradan akıl, doğru ve yanlış arasındaki karşıtlığı ne denli katılaştırırsa, verili bir felsefi sisteme ya katılmayı ya da ona ters düşmeyi ummaya, ve bu sisteme ilişkin her açıklayıcı bildirimi yalnızca ya biri ya da öteki için gerekçe olarak görmeye o denli alışır. Felsefi sistemlerin çeşitliliğini hakikatin ilerleyici evrimi olarak kavramaktan çok, bu çeşitlilikte sadece çelişki görür. Çiçek açtığında tomurcuk kaybolur, ve ikincisinin birinci tarafından çürütüldüğünü söyleyebiliriz; aynı şekilde meyve ortaya çıktığında çiçeğin bitkinin varoluşunun yanlış bir biçimi olduğu açıklanabilir, zira meyve kendi doğası gereği çiçeğin yerini almış görünür. Bu aşamalar ayrışmış olmakla kalmayıp, birbiriyle bağdaşmaz aşamalar olarak birbirlerinin yerlerini alırlar. Ama kendi içkin doğalarının kesintisiz faaliyeti onları aynı zamanda organik bir birliğin, yalnızca birbirleriyle çelişmemekle kalmayıp, her birinin diğeri kadar zorunlu olduğu zaman uğrakları yapar; ve tüm uğrakların bu eşit zorunluluğu, tek başına ve böylelikle bütünün yaşamını oluşturur. [23]

Sonsuz Us yorumlar yükleniyor...


Yeni Sonsuz Us
Sayfalar: 1 - 2 - 3 - 4 - 5 - 6 - 7 - 8 - 9 - 10 - 11 - 12 - 13 - 14 - 15 - 16 - 17 - 18 - 19 - 20 - 21 -