Yeni Sonsuz Us
Sayfalar: 1 - 2 - 3 - 4 - 5 - 6 - 7 - 8 - 9 - 10 - 11 - 12 - 13 - 14 - 15 - 16 - 17 - 18 - 19 - 20 - 21 -

Önsöz

delete

Hannes Alfvén’in Anısına

Bu kitabın basıma gönderilmesinden kısa bir süre önce, Nobel ödülü sahibi İsveçli fizikçi Hannes Alfvén’in üzücü ölüm haberini aldık. Alfvén, plazma fiziği ve kozmoloji [evrenbilim] alanındaki önemli keşiflerine ek olarak, bilimdeki mistik ve idealist eğilimlere karşı yorulmak bilmez bir mücadele yürütmüştü. Aşağıda, Büyük Patlama Asla Olmadı adlı kitabın yazarı olan Amerikalı fizikçi ve bağımsız araştırmacı Eric J. Lerner’ın kısa bir anma yazısını yayınlıyoruz: Hannes Alfvén yirminci yüzyılın seçkin kafalarından biriydi ve bir gün, evrene bakışımızı değiştiren birisi olarak, Einstein’la aynı kefeye konacaktır. Onu tanımak büyük bir ayrıcalıktı. Alfvén, elektriksel iletken gazları inceleyen modern plazma fiziğinin kurucusuydu. Plazma, dünyada çok ender rastlansa da maddenin evrendeki baskın halidir; yıldızlar, galaksiler ve bunlar arasındaki uzay plazmayla doludur. Plazmanın yaygın bir teknolojik uygulama alanı vardır, en çarpıcı uygulama alanı ise, potansiyel olarak temiz, ucuz ve sınırsız bir enerji kaynağı olan kontrollü termonükleer füzyondaki kullanılışıdır. Alfvén’in fikirleri ve plazma davranışları hakkındaki araştırmaları, plazma fiziğinin birçok uygulamasında rutin bir şekilde kullanılmaktadır, bu durum onun adını taşıyan birçok kavramda kendisini gösterir; Alfvén dalgası, Alfvén hızı, Alfvén sınırı, vs.

Ancak Alfvén’in bilime en önemli katkısı, onun kozmolojiyi cüretkâr bir biçimde yeniden formüle edişinde, Büyük Patlamaya yönelttiği eleştiride ve alternatif bir model ortaya koyuşundadır. Plazma evren olarak adlandırılan bu alternatifte, evren bir başlangıcı ya da sonu olmaksızın evrimleşmektedir. Alfvén’e göre, onun yaklaşımıyla Büyük Patlama kozmologlarınınki arasındaki en kritik farklılık, yöntem farklılığıydı. “İnsanların evreni düşündüğü her an, mistik yaklaşımla ampirik bilimsel yaklaşım arasında bir ihtilâf söz konusudur” diye açıklamıştı. “Efsanede, insan her zaman, tanrının dünyayı nasıl yaratmış olması gerektiğini, hangi kusursuz ilkenin kullanılmış olduğunu çıkarsamaya çabalar.” Bu, der Alfvén, geleneksel kozmolojinin bugünkü yöntemidir: Matematiksel bir teori ile yola çıkmak, bu teoriden evrenin nasıl başlamış olması gerektiğini çıkarsamak, başlangıçtan bugünkü evrene doğru ilerlemek. Büyük Patlama bilimsel olarak iflâs etmektedir, çünkü bugünkü mevcut, tarihsel olarak şekillenmiş evreni, geçmişteki varsayımsal bir kusursuzluktan türetmeye çabalamaktadır. Gözlemle çelişen bütün hususlar bu temel kusurdan kaynaklanmaktadır.

Diğer yöntem Alfvén’in bizzat uyguladığı yöntemdir. “Ben her zaman astrofiziğin, laboratuvar fiziğinin uzantısı olması gerektiğine, bugünkü evrenden başlamamız ve geriye doğru ilerleyerek daha uzak ve daha belirsiz çağları incelememiz gerektiğine inanmışımdır.” Bu yöntem gözlemle başlar –laboratuvardaki gözlem, uzay sondalarından büyük ölçekli evrenin gözlemi– ve teoriden ve saf matematikten başlamaktansa teorilerini bu gözlemlerden türetir. Alfvén’e göre, evrenin geçmişteki evrimi, evrende bugün gerçekleşmekte olan süreçler aracılığıyla açıklanabilir olmalıdır; uzayın derinliklerinde gerçekleşen olaylar, dünyadaki laboratuvarlarda incelediğimiz olgularla açıklanabilir. Böyle bir yaklaşım, evrenin hiçlikteki kökeni gibi, zamanın bir başlangıcı gibi ya da Büyük Patlama gibi kavramları devre dışı bırakır. Hiçbir yerde hiçlikten bir şeylerin ortaya çıktığını görmediğimize göre, uzak bir geçmişte bunun gerçekleşmiş olduğunu düşünmek için de bir nedenimiz yoktur. Bunun yerine plazma kozmolojisi şunu kabul eder; bugün evrimleşmekte olan, değişen bir evren gördüğümüze göre, evren her zaman mevcut idi ve her zaman evrimleşmişti ve önümüzdeki sonsuz zamanda da varolacak ve evrimleşecektir. Alfvén bu yöntemsel bakış açısından hareketle modern kozmolojinin genel ve çok kapsamlı bir eleştirisini geliştirdi ve bu eleştiriyi “kozmolojik sarkaç” adını verdiği tarihsel bir bağlama oturttu: Bu düşünceye göre, kozmoloji bin yıllarca bilimsel ve mistik bakış açıları arasında gidip gelmiştir.

İlk insanların efsanelerini İonların ve ilk Yunanlıların bilimsel çabaları takip etmişti, ama sonra sarkaç Ptolemaios ve Platon’un matematiksel kusursuzluk efsanesine doğru geriye salınmış ve daha sonraki Hıristiyanların Yaratılış efsanesiyle karışmıştı. Bu da sırası geldiğinde yerini, on altıncı yüzyılda bilimin yeniden canlanışına bırakmıştı, ardından yirminci yüzyılda efsanenin yeniden hayat bulması ve şimdilerde bilimsel bir kozmoloji için verilen mücadele gelmişti. Alfvén bugünkü kozmologların matematiksel kusursuzluğa duydukları büyük merakı, onların mistik yaklaşımının temeli olarak görür:

Efsaneyle bilim arasındaki fark, bir tarafta “biçare aklın” ilâhi esini ile diğer tarafta gerçek dünyayla gözlemsel temas içinde geliştirilen teoriler arasındaki farktır. Peygamberlere beslenen inanç ile eleştirel düşünce arasındaki fark, Credo quia absurdum (İnanıyorum çünkü saçma –Tertullian) ile De omnibus est dubitandum (Her şey sorgulanmalı –Descartes) arasındaki farktır. Görkemli bir kozmik drama yazmaya çalışmak kaçınılmaz olarak efsaneye götürür.

Uzay ve zamanın gittikçe artan büyüklükteki bölgelerinde bilginin cehaletle yer değiştirmesine çalışmak ise bilimdir.

Evren ezici bir ağırlıkla plazmadan yapılı olduğundan, Alfvén, yalnızca kütleçekimin değil, plazma olgusunun, elektrik ve manyetizma olgularının evrenin evriminin biçimlenişinde baskın olması gerektiği sonucunu çıkardı. Somut teorilerle, muazzam akımların ve manyetik alanların güneş sistemini ve galaksileri nasıl şekillendirdiğini gösterdi. Uzay tabanlı teleskoplar ve alıcılar bu plazma evrenini açığa çıkardı, onun öncülük ettiği fikirler gittikçe daha çok kabul edilir oldu. Ama bugün bile, onun en geniş kozmolojik fikirleri, tartışmalı bir azınlığın fikirleri olarak kalmaktadır. Fakat onun sonsuz, evrimleşmekte olan evren düşüncesi, fiziksel, biyolojik ve toplumsal düzeydeki evrimden bildiklerimize denk düşen tek düşüncedir. Alfvén, uluslararası silahsızlanma hareketinde ve enerji politikaları meselelerinde son derece aktif, politikayla meşgul olan bir bilimciydi ve tıpkı bilimsel çalışmasında olduğu gibi, bu alanda da egemen güçlerle başı sık sık belâya girerdi. Örneğin altmışlı yılların ortalarında, İsveç, nükleer enerji araştırma ve geliştirme çalışmaları için ulusal bir politika üzerinde durmaya başlamıştı. Bu yalnızca uzay bilimlerinde değil füzyon konusunda da önde gelen bir araştırmacı olarak Alfvén’in ilgilenmekte kendisini sonuna kadar yetkili hissettiği bir konuydu. Alfvén hızla, hükümetin politikasını şekillendirenlerle ateşli bir tartışmanın içine daldı. İsveç planının, füzyonun enerji sorununun çözümüne yapabileceği katkıyı tümüyle gözardı ettiğini ve gerekli araştırmalar için yetersiz fon ayıracağını hissetmişti. Bir nükleer reaktör için öngörülen somut planları da aynı ölçüde eleştiriyordu, çünkü bu planları teknik olarak elverişsiz ve yanıltıcı buluyordu. Yerel bürokratlarla arası öyle açılmıştı ki, bu bürokratların kendisine besledikleri düşmanlık, onun bu reaktöre yönelttiği teknik eleştirilerin oldukça temelli eleştiriler olduğu ortaya çıktığında bile yumuşamamıştı. (Bu reaktör daha sonra konvansiyonel bir tesise dönüştürüldü.)

1966’da Harika Bilgisayar adlı kısa fakat sivri dilli bir politik-bilimsel yergi yayınladığında, Alfvén’in hükümetin politikasını şekillendirenlerle ilişkileri daha da gerildi. Olaf Johannesson takma adıyla yazdığı eserin ana teması, gelecekte gezegenin bilgisayarlarca ele geçirilmesiydi.

Bu genel fikir bilim-kurgu yazarları arasında çok popüler olmasına karşın, Alfvén bunu, yalnızca hükümetin ve iş çevrelerinin o sıralar yeni çıkmış bulunan bilgisayarlara duyduğu gitgide artan delice sevdalarla alay etmek için değil, İsveç’in egemen çevrelerinin büyük bir kısmını elâleme rezil etmek için bir araç olarak kullanmıştı. Romanda Alfvén, acı bir tebessümle, bir bilgisayar ütopyası olarak tasarladığı geleceğe yol açan şeyin, şirket yöneticilerinin hırsları, hükümet bürokratlarının miyopluğu ve politikacıların iktidar açlığı olduğunu açığa vurdu. Şirket yöneticilerinin, bürokratların ve politikacıların işbirliğiyle yönetilen modern İsveç devletinde Alfvén’in geniş kapsamlı yergisi, onun keskin nükleer politika karşıtı eleştirileriyle zaten küplere binmiş bu insanların pek hoşuna gitmemişti.

1967’de, İsveç bilim kurumlarıyla yürüyen ilişkileri, bilhassa reaktör planları nedeniyle yeterince ekşimişti ve İsveç’ten ayrılmaya karar verdi. “Bana, reaktörü desteklemediğim sürece fonlarımı ciddi bir şekilde keseceklerini söylediler” diyordu. Kendisine derhal hem Sovyet hem de ABD üniversitelerinden kürsüler teklif edildi. Sovyetler Birliği’nde iki ay kaldıktan sonra Amerika’ya taşındı, en sonu San Diego’daki California Üniversitesine yerleşti. 1995 Nisanındaki ölümünden birkaç yıl öncesine kadar bilimsel etkinliğini sürdürdü.

Alfvén, 1970’de kendisine Nobel Fizik Ödülünü kazandıran plazma fiziğinin temellerine yaptığı katkılarla tanınmıştı. Fakat, kozmolojiye ve evrene bakış açımıza yaptığı kapsamlı katkılar henüz tümüyle takdir edilmemiştir. Çünkü onun bu katkıları, kozmolojiye matematiksel-mitolojik yaklaşımla ve egemen Büyük Patlama ortodoksluğuyla hâlâ çatışma halindedir. Yine de Alfvén, zamanı geldiğinde, geç yirminci yüzyılın Galileo’su olarak görülecektir.

Eric J. Lerner
Lawrenceville, New Jersey, 8 Mayıs 1995

Yazarların Önsözü

“Avrupa’da bir heyulâ kol geziyor.”
(Komünist Manifesto)

Mark Twain bir keresinde, ölümüne dair söylentilerin abartıldığını söyleyerek dalga geçiyordu. İlginç bir olgu olarak, yaklaşık yüz elli yıldır her sene öldüğü ilân edilen Marksizm, yine de, bazı anlaşılamayan nedenlerden ötürü, inatçı bir dokuz canlılık göstermektedir. Bunun en iyi kanıtı da, ona yöneltilen saldırıların yalnızca devam etmekle kalmayıp hem sıklık hem de sertlik bakımından artma eğilimi göstermesidir. Eğer Marksizm gerçekten geçersiz ve yersiz bir şey ise, neden onun adını anmaktan bile huzursuz olunuyor? Gerçek şu ki, Marksizme iftira edenlere o eski heyulâ hâlâ musallat olmaya devam ediyor. Pek hoşlarına gitmese bile, savundukları sistemin ciddi zorluklar içinde olduğunun ve aşılamaz çelişkilerle parçalandığının; sosyalizmin totaliter karikatürünün çöküşünün tarihin sonu olmadığının farkındalar. Geçtiğimiz birkaç yılda, Berlin Duvarının yıkılışından bu yana, Marksizme ve genel olarak sosyalizm fikrine karşı eşi görülmemiş bir ideolojik karşı saldırı söz konusuydu. Francis Fukuyama, “Tarihin Sonu”nu ilân edecek kadar ileri gitti. Ama tarih, üstelik intikamını da alarak devam ediyor. Rusya’da Stalinizmin garabet rejimi yerini daha da büyük bir garabete bırakmıştır.

Eski Sovyetler Birliği’ndeki “serbest piyasa reformu”nun gerçek anlamı, üretici güçlerin, bilim ve kültürün muazzam bir çöküşü olmuştur, öyle ki, bu boyutta bir çöküş ancak savaşta alınan feci bir bozguna benzetilebilir.

Tüm bunlara rağmen –belki de tam da bu yüzden– kapitalizmin sözde erdemlerine hayranlık duyanlar, Stalinizmin çöküşünün sosyalizmin işlemediğini kanıtladığı yalanını yutturabilmek için çok ciddi servetler harcamaktalar. Marx ve Engels’in ortaya koyduğu ve sonra Lenin, Troçki ve Rosa Luxemburg tarafından geliştirilen tüm bir düşünceler bütününün tamamen gözden düştüğü sanılıyor. Ne var ki daha yakından bakarsak, giderek daha da aşikâr hale gelen şey, sadece sanayileşmiş ülkelerde bile yirmi iki milyon insanı tüm bir kuşağın yaratıcı potansiyelini israf ederek zorla çalışma dışı bir yaşama mahkûm eden, serbest piyasa ekonomisi denen şeyin krizidir. Batı toplumunun tümü kendisini yalnızca ekonomik, politik ve toplumsal olarak değil aynı zamanda ahlâki ve kültürel bakımdan da bir açmazda buluyor. Onyıllar önce Marksistler tarafından öngörülen Stalinizmin çöküşü, 20. yüzyılın son on yılında kapitalist sistemin dünya ölçeğinde derin bir krizde olduğu gerçeğini gizleyemez. Sermayenin stratejistleri geleceğe derin bir önseziyle bakıyorlar. Ve aslında, daha dürüst olanlar, yanıtlamaya cesaret edemedikleri şu soruyu kendilerine soruyorlar: Şu yaşlı Karl her şeye rağmen acaba haklı mıydı?

Marksizmin fikirleri ister kabul edilsin ister reddedilsin, bu fikirlerin dünyada yarattığı muazzam etkiyi inkâr etmek mümkün değildir. Komünist Manifesto’nun ortaya çıkışından günümüze değin, Marksizm, yalnız politik arenada değil insan düşüncesinin gelişimi alanında da belirleyici bir faktör olmuştur. Ona karşı savaşanlar yine de onu kendilerinin kalkış noktası olarak ele almak zorunda kalıyorlar. Ve bugünkü durum ne olursa olsun, şu su götürmez bir olgudur ki, Ekim Devrimi dünya tarihinin tüm gidişatını değiştirmiştir. Bu nedenle Marksizmin teorileriyle daha yakın bir tanışıklık, zamanımızın en temel olgularını anlamak isteyen herkes açısından zorunlu bir önkoşuldur.

Engels’in Rolü

Ağustos 1995, doğa ve toplum dünyasına ve insanlığın gelişimine bütünüyle yeni bir bakış tarzını Karl Marx’la birlikte geliştiren Friedrich Engels’in ölümünün yüzüncü yılıdır. Engels’in Marksist düşüncenin gelişiminde oynadığı rol, asla hakkı verilmemiş bir konudur. Bu, kısmen, Marx’ın son derece büyük dehasının sonucudur, öyle ki bu deha, yaşamı boyunca Marx’ın dostu ve yoldaşı olan bu insanın yaptığı katkıları kaçınılmaz olarak gölgelemiştir. Kısmen de, Marx’ın üstünlüğüne vurgu yapmayı tercih ederek kendi katkısını her zaman küçümseyen Engels’in doğuştan gelen alçakgönüllülüğünden kaynaklanır. Engels, ölümüyle birlikte, kendi vücudunun yakılmasını ve küllerinin Beachy Head’de denize atılmasını vasiyet etmişti, çünkü herhangi bir anıt istemiyordu. Tıpkı Marx gibi, en küçüğünden bile olsa bir kişi kültünü andıran her şeyden içtenlikle nefret etti. Arkalarında bırakmak istedikleri yegâne gerçek anıt, toplumun sosyalist dönüşümü uğruna mücadele için etraflı bir ideolojik zemin sunan muhteşem bir fikirler gövdesiydi.

Birçok insan Marksizmin ufkunun politika ve ekonomi alanının çok ötelerine uzandığının farkında değil. Marksizmin bağrında diyalektik materyalizm felsefesi yatar. Ne yazık ki, Kapital’i yazmak gibi devasa bir görev, Marx’ı bu konu üstüne niyetlendiği etraflıca bir çalışmayı kaleme almaktan alıkoydu. Eğer, yeni bir felsefe geliştirmekte çok önemli ama yine de hazırlık düzeyindeki çabaları ifade eden Kutsal Aile ve Alman İdeolojisi gibi erken dönem çalışmaları ve diyalektik yöntemin ekonomi özel alanına somut bir uygulanışının klasik bir örneği olan Kapital’in üç cildini bir tarafa bırakacak olursak, Marksist felsefenin ilkesel çalışmalarının hepsi Engels’inkileridir. Diyalektik materyalizmi anlamak isteyen biri Anti-Dühring’i, Doğanın Diyalektiği’ni ve Ludwig Feuerbach’ı eksiksiz biçimde öğrenerek işe girişmelidir.

Yüz yıl önce ölen bu insanın felsefi çalışmaları zamanın sınavdan ne ölçüde geçmiştir? Çalışmamızın kalkış noktası budur. Engels, diyalektiği, “doğanın, toplumun ve insan düşüncesinin hareketinin en genel yasaları” olarak tanımladı. Engels bilhassa Doğanın Diyalektiği’nde, “son tahlilde, doğanın işleyişi diyalektiktir” düşüncesini kanıtlamak için, kendisini günün en ileri bilimsel bilgisinin dikkatli bir incelenişine dayandırdı. Bu çalışmamızın iddiası odur ki, 20. yüzyıl biliminin en önemli keşifleri bu düşünceye çarpıcı bir kanıt sunmaktadırlar. En şaşırtıcı olan şey Marksizme yöneltilen saldırılar değil, ona iftira edenlerin sergilediği katıksız Marksizm cahilliğidir. Hiç kimse mekaniği incelemeksizin araba tamircisi olarak çalışmayı hayal edemezken, herkes, Marksizmden azıcık olsun haberdar olmaksızın onun hakkında bir fikir beyan etmekte kendini özgür hissediyor. Bu çalışma, Marksist felsefenin temel düşüncelerini açıklamaya ve onunla modern dünyadaki bilim ve felsefenin durumu arasındaki ilişkiyi göstermeye dönük bir çabadır. Yazarların niyeti, Marksizmin üç temel bileşenini kapsayacak olan üç parçadan oluşan bir eser üretmektir: 1. Marksist felsefe (diyalektik materyalizm), 2. Marksist toplum ve tarih teorisi (tarihsel materyalizm), ve 3. Marksist iktisat (emek-değer teorisi).

Başlangıçta, felsefe tarihi üzerine bir bölümü de dahil etme niyetinde olmamıza rağmen, çalışmanın uzunluğunu göz önünde tutarak bunu ayrıca yayınlamaya karar verdik. Marksizmin felsefesi olan diyalektik materyalizmin gözden geçirilmesiyle işe başlıyoruz. Bu temel önemdedir, çünkü Marksizmin yöntemidir. Tarihsel materyalizm, bu yöntemin, insan toplumunun gelişiminin incelenmesine uygulanışıdır; emek-değer teorisi, aynı yöntemin ekonomi alanına uygulanmasının bir sonucudur. Marksizmi kavramak diyalektik materyalizmi kavramaksızın mümkün değildir. Diyalektiğin nihai kanıtı bizzat doğadır. Bilimsel çalışma, tüm hayatları boyunca Marx ve Engels’in dikkatini çekti. Engels, diyalektik materyalizm ile bilim arasındaki ilişkinin detaylarının taslağını çıkaran büyük bir çalışma yapmaya niyetlendi, ama Marx öldüğünde yarım kalan Kapital’in ikinci ve üçüncü ciltlerinin basıma hazırlanmasının ağır çalışma yükü kendi çalışmasını tamamlamasını engelledi. Doğanın Diyalektiği adlı eserinin tamamlanmamış el yazmaları ancak 1925 yılında basıldı. Bitmemiş halleriyle bile bu el yazmaları Marksist felsefe çalışmasının en önemli kaynağını oluşturur ve bilimin temel sorunlarına uzanan parlak ipuçları sunar.

Bu çalışmayı kaleme alırken yüzleştiğimiz sorunlardan biri, birçok insanın Marksizmin temel metinleri hakkında ancak ikinci elden bir bilgiye sahip olması gerçeğiydi. Bu acınacak bir durumdur, çünkü Marksizmi anlamanın biricik yolu, Marx, Engels, Lenin ve Troçki’nin çalışmalarını okumaktan geçer. “Marx’ın ne demek istediğini” açıklama iddiasında olan çalışmaların büyük bir çoğunluğu beş para etmez. Bu nedenle, kitaba, kısmen okuyucuya bu düşüncelere herhangi bir “çeviri” olmaksızın da doğrudan ulaşma şansı sunmak ve kısmen de insanları bizzat orijinallerinden okumaya teşvik edeceği umuduyla, bilhassa Engels’ten çok sayıda uzunca alıntıyı dahil etmeye karar verdik. Bu yöntem kitabın okunmasını kolaylaştırmamakla beraber, kanımızca gerekliydi. Aynı şekilde, karşı görüş sahiplerinin de kendi adlarına konuşmalarına fırsat tanımanın her zaman en iyi yöntem olduğu ilkesinden hareketle, kendimizi, fikirlerine katılmadığımız yazarlardan da uzun alıntılar yapmak zorunda hissettik.

Londra, 1 Mayıs 1995

Sonsuz Us yorumlar yükleniyor...


Yeni Sonsuz Us
Sayfalar: 1 - 2 - 3 - 4 - 5 - 6 - 7 - 8 - 9 - 10 - 11 - 12 - 13 - 14 - 15 - 16 - 17 - 18 - 19 - 20 - 21 -