Giriş
Kent, Mercan resifi ve Web Darwin’in Paradoksu
4 Nisan 1836. Darwin Hint okyanusu açıklarındaki Keeling adalarının atollerinde kıyıda durmuş, mercan resiflerini seyrediyor. Kıyı denizin dibine doğru inen bir dağın zirvesi gibi. Darwin bu zirveyi inşa eden kuvvetler hakkında bir fikrin eşiğinde. Bu fikir ilerde mesleğinin ilk büyük keşfini oluşturacak. O anda ve sonraki günlerde, haftalarda kafasını meşgul edecek olan bir başka mesele de şu: parçalanmış mercan kayalıklarının meydana getirdiği bembeyaz kumlarla kaplı adanın yüzeyinde sadece birkaç Hindistan cevizi ağacı, yosun ve otlar varken, havada ola ola bir kaç kuş uçarken, resifin çevresindeki deniz nasıl oluyor da sonsuz çeşit ve sayıda canlıyla kaynıyor? Oysa okyanusun başka yerlerinde doğru dürüst varlık bile yok. Darwin’in sözcükleriyle “Okyanusun ortasında bir mercan adasının eko sistemiyle karşılaşmak, tıpkı çölün ortasında bir vahaya rastlamak gibi”. Biz bu olguyu şimdi “ Darwin’in Paradoksu” olarak adlandırıyoruz.
Mercan resifleri dünya yüzeyinin yalnızca binde birini kapladığı halde, bilinen deniz canlılarının kabaca dörtte biri buraları mesken tutar.
Beagle gemisinin 5 yıllık yolculuğunu onaylayan amirallik kararnamesinde ana talimatlardan biri, atol formasyonunun araştırılması. Resifin çevresindeki deniz ölçülemeyecek kadar derin. Atollerin denize batan veya denizden yükselen volkanların tepesi olduğuna dair teoriler Darwin’e yeterince açıklayıcı gelmiyor. Gerçeğe ulaşması daha uzun yıllar alacak.
Süperlineer Kent
Bilim insanları ve hayvan severler çoktandır canlıların cüsseleri büyüdükçe kalplerinin yavaşladığının farkındaydılar. Sineklerin ömrü saatler ve günlerle ölçülürken filler yarım yüzyıl yaşar. Kuşların ve küçük memelilerin kalbi zürafalara veya balinalara göre çok daha hızlı atar. Ancak büyüklükle hız arasındaki ilişki doğrusal gibi görünmüyordu. Bir At bir tavşandan 500 kat ağır olabiliyordu fakat nabzı tavşandan 500 kat daha yavaşı atmıyordu. İsviçre kökenli Amerikalı tarım bilimcisi Max Kleiber, Davis’deki laboratuarında yürüttüğü sayısız ölçümden sonra bu orantının “eksi 1/4 üncü kuvvete küçülme” adını verdiği matematiksel formüle sıkı sıkıya uyduğunu keşfetti. Sonuçlar logaritmik skalaya uygulandığında farelerden, güvercinlerden boğalara, fillere kadar kusursuz bir düz çizgi veriyordu.
Buluş, metabolizmanın kütleye oranının eksi ¼ üncü kuvvete (kare kökün, kare kökü) göre değiştiğini ifade ediyordu. Bu şu demektir: örneğin bir inek, bir ağaçkakanın 1000 katı ağırlığında. Binin kare kökü 31. Bunun da kare kökü 5.5, bu da bir ineğin bir ağaçkakana göre 5.5 kat daha uzun ömürlü olduğunu, nabzının da 5.5 kat daha yavaş attığını gösterir. ( bütün rakamlar yaklaşıktır) İlerleyen yıllarda Kleiber’in formülünün bakteriler, hücre, hatta bitkiler için geçerli olduğu kanıtlandı. Kleiber yasası şunu göstermektedir: Hangi tür olursa olsun bütün canlıların kalp atışı sayısı yaklaşık aynıdır. Büyük hayvanlar sadece kotalarını daha uzun sürede tüketmektedir.
Birkaç yıl önce teorik fizikçi Geoffrey West, Kleiber yasasının en büyük yaratık olan insan yapımı kentler için de geçerli olup olmadığını araştırmaya koyuldu. Bir araya getirdiği uluslar arası araştırmacılar grubu dünya üzerinde düzinelerle kent için suç oranından elektrik tüketimine, yeni patentlerden akaryakıt satışlarına kadar her türlü bilgiyi topladı. Nihayet rakamlar incelendiğinde West ve grubu, Kleiber denkleminin kent yaşamının ana ögelerinden olan enerji ve ulaşım artışında bire bir geçerli olduğunu sevinçle gördüler. Yolların yüzey alanı, elektrik kablolarını uzunluğu, benzin istasyonları ve satışları hep bu denkleme uyuyordu. Asıl şaşırtıcı olan, Kentsel istatistiklerde yaratıcılığa ve innovasyona ilişkin her veri de (patent sayısı, Ar-Ge bütçesi, super yaratıcı meslekler, mucitler) Kleiber yasasına uyuyordu ama ters yönden; yani bir kent bir diğerinden 10 kat daha büyük ise 10 kat değil, 17 kat daha innovatifti. Bir kasabadan 50 kat daha büyük bir metrepol 130 kat daha innovatifti. West modeline “ Superlineer değişim” diyoruz. Yaratıcılık logaritmik bir doğru üzerinde arttığından büyük kentlerde patent ve icatların sayısı da artar. Fakat kişi başına düşen sayı sabit kalır. Bütün gürültüsüne, kalabalığına, dikkat dağıtan unsurlarına rağmen büyük kent ortamı acaba neden sakinlerini kasaba sakinlerine göre çok daha yaratıcı kılıyor?
10 / 10 Kuralı
İlk ulusal renkli TV yayını, 1 Ocak 1954’te NBC’nin 1 saatlik Güller Geçidi programını yayınlamasıyla başladı. Ancak prime time programlarının renkli yayını 60’ların sonunu buldu. On yıllar boyunca da görüntüde bir değişiklik olmadı.
1980’lerin ortalarında önde gelen medya, teknoloji ve siyaset mensupları bir araya gelerek artık izleyiciye daha iyi görüntü sunmanın zamanı geldiğine karar verdiler. Nihayet 1996 da CBS ilk kez HDTV sinyalini kamuya yayınladı. Fakat diğer medya kuruluşlarının katılımı 1999’u, Analog standartın terk edilmesi 2009’u buldu.
“Teknolojik ivme” çağında yaşadığımız bir gerçek ve bu ivme hem durmaksızın yeni ürünlerin piyasaya çıkışı, hem de bizim onları seve seve satın almamız şeklinde tezahür ediyor.
Fakat renkli TV ile HDTV’nin serüveni hiç de öyle görünmüyor. Acaba neden her ikisinin de ilk yayından kitlelere ulaşması 10 yılı aştı?
Aslında 20.yüzyıla bütünüyle bakarsanız, en önemli kitlesel gelişmelerin aynı sosyal innovasyon hızına tabi olduğunu görürsünüz. 10/10 kuralı dediğimiz bu kurala göre yeni bir platformun inşası 10 yıl, bunun kitlelere yayılması bir 10 yıl daha sürmüştür. FM yayın ,Video kayıt cihazı, DVD oynatıcı, cep telefonları, kişisel bilgisayarlar, GPS cihazlarının hepsinin innovasyondan kitlelere yayılması aynı çerçevede gerçekleşti. Ancak günümüzün en önemli platformlarından You toube’un kavramdan uygulamaya geçmesi sadece 2 yıl sürdü. Chad Harley, Steve Chen ve Cavit Kerim 10/10 kuralını alıp 1/1’e indirgediler. Bazıları bunun TV gibi bir donanım değil, yalnızca bir yazılım olduğunu iddia edecektir. Fakat Web 1990’ların ortalarında yaygınlaşıncaya kadar yazılım da innovasyonun 10/10 kuralına uyuyordu. 10/10 kuralının 1/1 e inmesi Web sayesinde gerçekleşmiştir.
Bu kitap innovasyon ortamı hakkındadır. Bazı ortamlar yeni fikirleri boğar, bazıları da bir çaba göstermeden besler. Web ve kentler innovasyon makineleridir. Her ikisi de yeni fikirlerin yaratılması, yayılması ve benimsenmesi için uygun ortamlardır. İkisi de kusursuz değildir (büyük kentlerdeki suç oranını ve istenmeyen e-postaları bir düşünün) fakat innovasyon geçmişlerindeki başarı yadsınamaz. İyi fikirlerin nerden geldiğini öğrenmek istiyorsak onları bir çerçeveye yerleştirmemiz gerek. Darwin’ce düşünün! Dünyayı değiştiren fikri kafasında doğdu fakat buna ulaşmak için bu gemi, adalar topluluğu, bir kütüphane ve mercan kayalığından yararlandı. Bu kitabın savı da, olağanüstü verimli ortamlarda bazı ortak özellikler ve kalıpların tekrar tekrar karşımıza çıktığıdır. Bunları ben 7 başlıkta topladım. Çalışma alışkanlıklarımızda, ofis ortamlarında ve yeni yazılım araçlarında bu özellik ve kalıpları ne kadar benimsersek o kadar yaratıcı olabiliriz.
maydanoz -- 02.06.2014 - 14:15
tam da sezgi kaynağından..............
sanalmanik -- 02.06.2014 - 15:11
aklıma hep şey gelir,
singer dikiş makinesini yaparken o kadar düşünmüş ve yoğunlaşmış ki;
bi gece rüyasında kabuslarla kendini kovalayan yerliler ve ellerinde mızraklar,
ter içinde uyanmış ve mızrakların ucunun delik olduğunu görüp/düşünüp hatırlayıp evraka olmuş;