Yeni Sonsuz Us
Sayfalar: 1 - 2 - 3 - 4 - 5 - 6 - 7 - 8 - 9 - 10 - 11 - 12 - 13 - 14 - 15 - 16 - 17 - 18 - 19 - 20 - 21 -

Ateizm'in Normatif Etik Teorisi

delete

Teistlerin genel iddiası, Ateistlerin her hangi bir Tanrı'ya inanmadıklarından dolayı her hangi bir ahlaki normu da kabul etmelerinin mümkün olmadığı yönündedir.. Ben şahsen bunun doğru olmadığını, bir Tanrı'ya inanmadan da o toplumun 'ahlaken eşit ve özgür varlıklar olarak yaşayabilmesinin' mümkün olduğunu düşünüyorum.. Bu yüzden de benimsenen 'İnsan hakları' düşüncesinin, tutarlı ve geçerli bir felsefi temeli olması gerektiğini savunuyorum.. Bu açtığım konuda da bunun mümkün olup olmadığını ve olası bir normlar sisteminin tutarlı olup olmadığına göz atacağız.. Konuda ele alınan teorileri, genel olarak Cennet Uslu'nun Doğal hukuk ve Doğal haklar kitabından gerek kendi yorumlarımla, gerekse direkt olarak geçirdim.

Kantın ödev ahlakı ve Doğal hukuk yaklaşımı her ne kadar metafizik bir temellendirmeyle gerekçelendirilse de, ben Ateizm'in sadece Tanrı'ya inanmamak olduğunu ve Tanrı dışında kalan metafizik alanı kabul etmesinde her hangi bir sakınca olmadığını düşünüyorum.. Bu yüzden bu konuda Epistemolojik olarak Rasyonalist temelli iki görüşe de yer verilmiştir.

Konuyu detaylı olarak açıklamadan önce şu tür soruların bizim ilgi alanımıza girdiğini belirtmem gerekir;

''İnsan hakları, ontolojik bir gerçeklikle temellenen ilkeler midir, yoksa insanlığın konsensüs veya gelenek yoluyla icat ettiği ve ürettiği normlar mıdır?.. İnsanların haklara sahip olduğu argumanı kültürel ve uzlaşımsal bir beşeri ürün müdür, yoksa 'evrensel geçerliliği' olan bir hakikat midir?.. İnsan hakları sırf kendileri uğruna uyulması gereken deontolojik (ödev ahlakı) normlar mıdır, yoksa bireylerin ve onların toplamını oluşturan toplumların lehine ve faydasına ürettiği sonuçlar bazında değerlendirilmesi ve dikkate alınması gereken 'araçlar' mıdır?.. İnsan hakları toplumun diğer üyeleri ve devlete ekonomik, sosyal, kültürel vb. pozitif edimler ve görevler de yükleyen 'pozitif özgürlük' talebi midir, yoksa sırf insanların 'eşit özgürlüğü' üzerine yerleşen 'negatif özgürlük' talebi midir?.. İnsan hakları sadece 'sınırlı bir devleti' ahlaken meşru kılan bir arguman mıdır, yoksa refah devletini zorunlu ve ahlaki kılan bir arguman mıdır?.. Bütün bu sorulara verilecek muhtemel farklı cevaplar insan haklarının ne olduğu, nelerin insan hakları olduğu ve nasıl bir siyasi toplumu gerektirdiği konusunda da farklı sonuçlar ortaya çıkaracaktır.. Aynı şekilde izlenen yolun kaynağına göre, ortaya çıkan normlar sisteminin pozitivist mi, yoksa idealist mi olduğunu gösterecektir.. Bu yüzden de insan haklarının hangi felsefi temelde savunulduğu önemli bir konu haline gelmektedir''

İnsan haklarının temellendirilmesi konusundaki bu farklılıklardan dolayı, sınıflandırmamızı 4 kategoride yapacağız;

1- Sonuçsalcılık veya Faydacılık
2- Toplum Sözleşmesi, Sözleşme Etiği
3- Kant'ın Ödev Etiği, Deontoloji
4- Doğal Hukuk ve Doğal Haklar Teorisi


İlk olarak Sonuçsalcı veya Faydacı etik anlayışına değinirsek; Faydacı etik anlayışı Deontolojik anlayışın tam karşısında bulunur.. Faydacılık eylemlerin ahlaken doğru olup olmadığını ortaya çıkan sonuçlarına göre değerlendiren bir felsefi yaklaşımdır.. Buna göre, her hangi bir eylemin doğasında var olan bir iyilikten veya doğruluktan söz edebilmemiz mümkün değildir.. Önceleri Jeremy Bentham, daha sonra John Stuart Mill tarafından geliştirilen Faydacı etik anlayışı, iyiliği ve mutluluğu kişinin elde ettiği ''faydaya'' veya ''hazza'' göre açıklar.. Kişinin hissettiği kötülük ve mutsuzluk ise, ''acı'' ile açıklanır.. İnsanların nihai amacı iyilik ve mutluluğa ulaşmak olduğu için, bireylerin yaptıkları tek şey faydayı maximize edip, acıyı minimize etmektir.. Bireyler fayda ve haz sağlayan eylemlere yönelirken, acıya neden olan eylemlerden kaçınmaktadırlar.. Yasalar, kurallar, normlar veya düzenlemeler eylemlerin sonuçları açısından toplam faydayı arttırmaları veya azaltmaları kriterine göre yapılır.. Buna göre, örneğin sadist bir eylemin yasaklanması veya cezalandırılması, bu eylemin serbest olduğu duruma göre çok sayıda kişiyi tatmin ediyor ve toplam faydayı arttırıyorsa, eylem yasaklanacaktır..

Sonuçsalcılık veya Faydacılık iyiliği bireye bağlı olarak tanımladığından ve toplumu bireylerin toplamından ibaret gördüğü için metodolojik olarak Bireycidir.. Epistemolojik bakımdan ise genel olarak Ampirist -Pozitivizm ile sonuçlanan- olduğu söylenebilir.. Faydacılık, evrensel insan hakları kavramıyla değil ama insanların yasalarla düzenlenerek garanti altına alınmış hakları ve özgürlükleri kavramlarıyla bireysel özgürlük fikrine büyük katkılar sağlamıştır.. J.S.Mill bir 'kural faydacısı' olarak, 'Birinin özgürlüğü diğerinin başladığı yerde biter.'' sözüyle, Faydacı akımın gelişmesine katkı sağlamış ve Faydacı akımın önünü açmıştır.. Kural Faydacılığının geleneksel Faydacılıktan farkı, her zaman toplumun toplam faydasını azaltan eylemin yasaklanmasının mümkün olmamasıdır.. Güncel bir örnek olarak; İsviçre'de onaylanan minare yasağı kanunu, toplumun toplam faydasını arttırdığı için geleneksel faydacı akıma göre meşrudur.. Ama Kural Faydacılığına göre, bireylerin inanç ve ibadet özgürlüklerine bir müdahale içerdiği için gayri meşru bir eylemdir.. Yani toplumun toplam faydasını arttıran eylemler, insanların koyduğu bazı kurallar dahilinde meşru veya gayri meşru sayılabilirler.. Kişilerin 'Negatif Özgürlüklerine' müdahale mümkün değildir.

---

İkinci olarak, Sözleşme Etiği teorisi son dönemlerde popüleritesi gittikçe artan ve modern siyaset teorisine de konu olan bir yaklaşımdır.. Çağdaş Sözleşme Etiği üzerinde Kant, Hume ve Hobbes'un büyük etkisi vardır.. Bir Adalet Teorisi eseriyle John Rawls Kantçı bir pozisyonda dururken, Sözleşme Yoluyla Ahlak eseriyle David Gauthier Hobbesçu bir çizgide durmaktadır..

Sözleşme Etiği en genel anlamıyla insanların ahlaki veya siyasi yükümlülüğünü bir toplumdaki bireylerin üzerinde anlaşacakları bir sözleşme üzerine inşa eden bir yaklaşımdır.. Sözleşme etiğinde toplumun biçimini, bireylerin karşılıklı olarak anlaşacakları şartlarla belirlemesi öngörülür.. Metodolojik olarak Bireyci, Epistemolojik olarak Ampirist -subjektivizm ile sonuçlanan- bir perspektife sahip olduğunu söylenebilir.. Sözleşme teorisyenlerine göre bireyler kendi çıkarlarını gözeten ve rasyonel varlıklar olarak kabul edilir.. Doğal hukuk yaklaşımından farklı olarak, mutlak, evrensel ve doğal bir ahlakın varlığını reddetmektedir.. Bu yüzden sözleşme teorisinde bireylerin karşılıklı ilişkilerinde geçerli olacak davranış kuralları, zorunlu olarak insan yapımı olmak durumundadır.. Ancak etiğin bireylerin karar ve tercihleriyle inşa edilmesi, irrasyonel veya geleneğe ait olacakları anlamına gelmez.. Sözleşme teorisyenleri insanların üzerinde 'oybirliği'ne varabilecekleri kuralların neler olacağını/olabileceğini araştırırlar.

Kurgusal olarak insanlar sözleşme ile kendilerini sınırlayacak kuralları belirler ve sözleşmeye uyma konusunda hep birlikte yükümlülük altına girerler.. İnsanların tam bir özgürlükten vazgeçerek kendi kendilerini sınırlamaya iten sebep, bu tür sınırlamaların olmadığı duruma göre elde edecekleri avantaj ve faydalardır.. Bu şekliyle Sözleşme Etiği, Faydacı akımla benzerlik gösterir.. Fakat Sözleşme Etiği, bireylerin karşılıklı olarak uzlaşma sağladıkları bir zeminde işlev görür.. İnsanların, herkesin sözleşmeye uyacağına ve uymayanların bedelini ödeyeceğine inandığı sürece kendilerinin de bu kurallara uymaktan dolayı çıkarı olacaktır.. Böylece insanlar ancak karşılıklı olarak birbirlerinin haklarını da güvenceye alabilirler.. Sözleşme etiği bir tür siyasi etik veya ortaklık ve işbirliği etiğidir.. Ahlaki kuralların a priori doğruluğu söz konusu değildir ve onlara kendileri hatrına itaat edilecek değerler olarak bakılmaz.

---

Üçüncü olarak, kısmi benzerlikleri nedeniyle doğal hukuk etiğine en yakın olan Kantçı Etiktir.. Doğal hukuk etiğinden sonra evrensel insan hakları fikrine en çok katkı yapmış felsefi yaklaşımdır.. Immanuel Kant, kendinden sonraki pek çok düşünür ve teorisyeni etkilemiş ve bugün dahi hak tartışmalarının canlı kalması yönünde katkı sağlamıştır..

Kant'ın etik teorisinde bir eylemin ahlaki değeri, o eylem ile varılmak istenen amaçlar dünyasında bulunan sonuçlarına göre değil, o eylemin kararını verdiren ilkeye/maksime göre değerlendirildiği için ödev etiği olarak adlandırılır.. Kant'da ahlak yasası ne sözleşme etiğinde olduğu gibi aklın icat ettiği ilkelerdir, ne de doğal hukuk etiğinde olduğu gibi objektif doğal düzende aklın keşfettiği ilkelerdir.. Temel ahlak yasası, aklın kendi özerkliği içinde zorunlu olarak ulaştığı a priori bir yasadır.. Bu nedenle Kantçı etik epistemolojik olarak Rasyonalisttir.. Kant'ın etiğinin merkezinde ahlaki ilkelerin objektifliği ve evrensel geçerliliğini test eden formel bir ilke olan kategorik buyruk yer alır.. Kategorik buyruk, ilkenin yöneldiği veya sağladığı sonuçlara göre değil, kendisi uğruna uymanın bir ödev ve yükümlülük olduğu, kendinden amaç olan bir tür ahlaki akıl yürütme 'motoru'dur.. Kant, kategorik buyruğun iki formülasyonunu sunar; ilki, 'herkes tarafından izlenmesini isteyebileceğin bir ilkeye göre davran' ve ikincis, 'insanlığı, kendinde ve başkalarında hiçbir zaman sırf bir araç olarak değil, hep bir amaç olarak görecek şekilde davran'.. İşte bu iki kategorik buyrukla en özet haliyle ifade edilen bir etik çerçeve, bir siyasi toplum formunda insan haklarının üzerine oturacağı felsefi ve ahlaki temel olarak ortaya çıkar.

Kant için rasyonel bir canlı olması insan, onu diğer şeyler'den ayıran onurlu bir statü verir.. İnsan doğal yasaların (güdüler gibi) nedenselliği içinde belirlenmiş zorunlu davranışlarla sınırlı değildir.. Kendi aklı ile koyduğu yasalar yoluyla kendi kendini sınırlayan/yöneten otonom bir varlıktır.. İnsanın özgürlüğü ancak kendi koyduğu yasalara kendinin uyması ile gerçekleşir.. İnsan kendi koyduğu kurallara kendisi uyabilen rasyonel bir varlık olarak böylece hem ahlakın 'yükleyicisi', hem de 'yükümlüsü' konumundadır.. Özgür ve otonom bir varlık olarak insan hem kendisinin sahibi hem de eylemlerinin sorumluluğunun sahibidir.. Kantçı etik bağlamında haklar, doğal düzende bulunan doğal haklar değil, bir anlamda 'insanların kendi kendilerine verdikleri' insan haklarıdır.

---

İnsan haklarının temellendirilmesinde hem ilk hem de en eski felsefi yaklaşım Doğal hukuk ve Doğal haklar yaklaşımıdır.. Geçmişi, Antik Yunan'a kadar uzanan doğal hukuk etiği, genel olarak evrende, doğada ve insan doğasında rasyonel bir düzenin varlığının kabulü üzerine yükselir.. Epistemolojik olarak Rasyonalist olan doğal hukuk yaklaşımına göre evrende her bir varlık hem tek tek hem de hepsi bir arada doğalarına içsel olan bir amaca yönelmiş durumdadır.. Bu rasyonel ve doğal düzenin bir parçası olan insan, rasyonel bir canlı olarak kendi doğasının amaçlarını ve bu amaçların gerektirdiği davranış kurallarını keşfetme ve bunlara uygun davranabilme kabiliyetine sahiptir.. İnsanın nasıl davranması gerektiğine ilişkin bu ilkeler/yasalar her yerde, her zaman ve her insan için geçerli olmaları bakımından doğal sıfatıyla tanımlanır.. Doğal hukukun ilkesi/ilkeleri, insan doğasının yöneldiği iyilik veya mutluluk amacına ulaşmaya dönük olarak insanın kendini gerçekleştiriminde, gelişiminde ve kendini oluşturmasında ona rehberlik edecek temel ahlaki kriterler olarak kavranır..

Doğal hukukun çizdiği bu birincil ve temel ilkeler doğru ve yanlışın, adaletin ve adaletsizliğin, haklı ve haksızın, hakların ve yükümlülüklerin nihai olarak değerlendirildiği ve ölçüldüğü çekirdek veya ana çerçeve olarak işlev görür.. Her türlü beşeri yasa, kural ve davranış ahlaki meşruiyetini bu doğal yasalara uygunluğundan ve onlardan türetilmesinden alırken, bu yasalar ile çatışan ve onlara aykırılık içeren her türlü yasa, kural ve davranış gayri meşru veya gayri ahlaki kabul edilir.. Doğal hukukun ilkeleri 'doğru' aklın emirleri oalrak, her insanın pratik uslamlama ile keşfedebileceği rasyonel ilkelerdir.


Nietzche'nin etiği de doğa

bwallace4ever -- 09.06.2011 - 06:36

Nietzche'nin etiği de doğa etiği olarak adlandırılması duğrumudur sizce sayın Sangre. Onun yaptığı vurgu doğa üzerineydi. Ahlaksız bir filozof olarak, doğanın etiğini savunuyordu. İyi; bana güç katan, kötü; beni güçsüzleştiren olarak anlamlandırır. Bu bağlamda Nietzche bir faydacı mı?, doğal etikçi mi? yoksa tümden bunlara aykırı bir filozof mudur?
Yazınız çok aydınlatıcı bu arada. Teşekkür ederim.


Kant'ın ödev ahlakı

carpediem -- 09.06.2011 - 09:03

Kant'ın ödev ahlakı koşulu reddeder,çıkar ahlakını reddeder ve evet ahlakın kaynağı tanrı bile değil insan-akıllı insandır.Fakat kant ahlaka gelen kadar zaten varolusunu kendinden üstün bir yaratıcıya dayandırır!Yani tanrıya inanmadanda ahlaklı olunabilir derken buna dayanak olarakta tanrının varlığını kabul eden bir filozofun teorisi gösterilmelimidir?


Sosyal canlı türlerinde

KaptanMosey -- 09.06.2011 - 12:16

Sosyal canlı türlerinde bazı ahlak yasalarının gelişimi evrimsel bir zorunluluktur. Topluluk veya sürü içinde bazı konularda belli kurallara uymak hem kendi hayatını sürdürme hem de neslini devam ettirme konusunda bireylere avantaj sağlar. Bu tip davranışsal fayda ve zararlar da elbetteki canlı türlerinin karakterlerini şekillendirir. Bu açıdan bakınca "Doğal Hukuk" biyolojik bakış açısına biraz benziyor. Fakat Mill'in yaklaşımını da çok beğeniyorum ben. Zaten ahlak felsefesi ya da feminizm konusundaki düşüncelerini çok benimsediğim bir filozof. Ama aslında bu yorumu eklememin sebebi bunlar değil.

Dünya'da inançsızların en yoğun olduğu ülkeler: İsveç, Japonya, Norveç, Danimarka, Fransa, Çek Cumh. ve Estonya'dır. Özellikle İsveç ve Japonya'da kendini dinsiz veya pastafaryan olarak niteleyen veya herhangi bir tanrısal varlığa inanmayanların oranı %84-85 civarındadır. Bu ülkelerdeki cinayet ya da ne bileyim suç oranlarını araştırabilirsiniz, mesela şuradan başlayabilirsiniz. Pakistan, S. Arabistan, İran, Irak gibi ülkelerin durumu ortada ve hatta Afganistan. Hıristiyanlığın yoğun olarak yaşandığı ABD, Meksika, Orta Amerika ülkeleri ve Brezilya gibi ülkelerdeki cinayet oranlarına da bakabilirsiniz. Ve gene Birleşmiş Milletler raporlarına göre gelir dağılımının en dengeli dağıldığı 5 ülke: Danimarka, Japonya, İsveç, Çek Cumh. ve Norveç. Bununla ilgili listeleri incelemeye ise şuradan başlayabilirsiniz. Her ik liste de ülkelerin ünanç oranlarıyla güçlü korelasyonlar sergilemektedir.

Çok saygıdeğer fizikçi Steven Weinberg'in çok hoşuma giden bir sözü var:

"With or without religion, good people can behave well and bad people can do evil; but for good people to do evil — that takes religion."

yani diyor ki: din olsa da olmasa da iyi insanlar iyi şeyler, kötü insanlar kötü şeyler yapacaktır; ama iyi insanların kötü şeyler yapması için din gerekir.

Weinberg'in bu sözünden şu çıkarım da kolayca yapılabilir; din toplumdaki iyi insan sayısını azaltmaktadır.


Sayın Sangre, Bir soru

bwallace4ever -- 10.06.2011 - 10:49

Sayın Sangre,
Bir soru sorduğum ve cevabını alamadım. Konuya hakim olduğunuzu düşündüğüm için nietzche ve ahlak anlayışını nasıl sınıflandırırızı merak ediyorum(bu bir eleştiri değil, gerçekten merak ediyorum, kendim bir sınıfa koyamıyorum çünkü).
Lütfen açtığınız konuları biraz takip edin.


Kadınının yanınamı

carpediem -- 10.06.2011 - 13:27

Kadınının yanınamı gidiyorsun? o halde kırbacını al diyen,merhameti öldürün diyerek 'hiç' olmayı salık veren, nihilist F.Nietzche ve ahlak anlayışını bende sınıflandıramıyorum.
Bilgi verirseniz sevinirim ?


Nietzche'nin etiği de doğa

sangre -- 10.06.2011 - 21:35

Nietzche'nin etiği de doğa etiği olarak adlandırılması duğrumudur sizce sayın Sangre. Onun yaptığı vurgu doğa üzerineydi. Ahlaksız bir filozof olarak, doğanın etiğini savunuyordu. İyi; bana güç katan, kötü; beni güçsüzleştiren olarak anlamlandırır. Bu bağlamda Nietzche bir faydacı mı?, doğal etikçi mi? yoksa tümden bunlara aykırı bir filozof mudur?
Yazınız çok aydınlatıcı bu arada. Teşekkür ederim.


Sevgili bwallace4ever,

Şahsen Nietzsche'yi çok küçük yaşta okumuş biriyim (13-16 yaşları arasında).. O zamanlar kitaplarını okuduğum ilk felsefeciydi.. Hatta onun sayesinde Ateist olmuştum.. Sosyal bilimlerde veya felsefede daha önemli kabul edilen (felsefeye katkı anlamında) kişileri okudukça, bir daha Nietzsche'yi okuma gereği de duymamıştım.. Bu yüzden çok bilgi sahibi olmamakla birlikte (yanlışlarım olabilir) ve hatırımda kaldığı kadarıyla Nietzsche'nin ahlak anlayışından biraz bahsedebilirim.

Nietzsche'nin edebi yönü çok kuvvetlidir.. Bu yüzden yazdığı yazılarında, aforizmalarında çokça kendiyle çelişmiştir. Hatta kendini felsefeci olarak da görmez.. Kendini felsefeciler arasındaki ilk psikolog olarak kabul etmiştir.. Yazdıkları, daha sonradan Freud'a ilham oluşturacak olan Psikanaliz kuramının temellerini atmıştır.

Nietzsche'nin kendiyle çokça çeliştiğini aklımızda tutarak, ahlak anlayışına biraz bakalım;

Öncelikle kendisi, yukarıda Carpediem'in söylediği gibi çok defa yanlış da anlaşılan şekliyle 'nihilist' biri değildir.. Hatta felsefesini Nihilizm'in tam karşısına, ona karşı oluşturmuştur.

Nietzsche, kendi yaşadığı dönemin ahlak anlayışını sürünün ve ayak takımının ahlak anlayışı olarak tanımlamıştır.. Bu ahlak anlayışını Hrıstiyanlık dininin bir yansıması olarak görür.. İnsanın etken değil, edilgen olarak tanımlandığı, kendi benliğini başkaları aracılığıyla algılayan, itaatkar, gelenek ve örf gibi boşinançları sorgulamadan kabul etmiş olan bu insan tipi, ona göre terk edilmesi gereken bir figürdür.

Nietzsche'ye göre bu figür, (kitaplarında 'deve' metaforu olarak anlatmıştır) tüm değer yargılarını, kalıplaşmış düşüncelerini, sırtında taşıdığı dünyanın tüm yozlaşmışlığını parçalaması, yok etmesi gereken bir figürdür.. Bu yok etmeye de 'Tanrı'dan başlamasını salık verir.

'Tanrının ölümü' olarak ifade ettiği düşünceyi, 'pazar yerinde elinde feneriyle Tanrı'yı arayan deli' örneklemiyle görüyoruz.. Ona göre Tanrı'nın ölümü, insanlığı bir boşluk veya hiçlik içinde bırakır.. Tüm değer yargılarını parçalamış bu figürü 'aslan' metaforuyla anlatmıştır; Ona göre insanın tüm boşinançlarını yok etmesi, tüm yozlaşmış değer yargılarını parçalaması, hayata kutsal bir 'Hayır!' deyiştir.. Hatta aslan metaforunun ağzından, ebedi yönünü de öne çıkararak, ''Bir tanrı olsaydı bile, ona inanmadığım için alnımdan öperdi beni.'' diyecek kadar ileri gitmiştir kendisi.

İnsanın tüm değer yargılarını, ahlaki yapıyı reddetmesinin ardından 2 önemli yolu olduğunu söyler.. Birinci yolu 'Pasif Nihilizm' (tüm felsefi literatürde kullanıldığı anlamda Nihilizm'dir), ikinci yolu ise 'Aktif Nihilizm' olarak tanımlar (burda tanımladığı Nihilizm literatürdeki anlamından uzaktır.)

Eğer 'aslan' figürü, parçaladığı değerlerin karşısına yeni değerler koyabilecek iradeyi gösteremezse veya çeşitli nedenlerle bunu yapmazsa, bir boşunalığın, anlamsızlığın, hiçliğin içine yuvarlanır.. Bu boşunalığı 'dekadans' olarak tanımlamıştır.. Bu da deve figürünün sahip olduğu gibi bir yozlaşmışlık halidir Nietzsche'ye göre.. Bu Pasif Nihilizmdir, gerçek Nihlizmdir.

Fakat Nietzsche aslan figürüyle yetinmez.. Onun için, hayata kutsal bir 'Hayır' diyen aslandan sonra, kendi değer yargılarını, kendi ahlaki sistemini kendi yaratacak bir ideal insan modeli vardır.. Bu figürü 'çocuk' metaforuyla anlatır.. Bu kelimeyi seçmesinin nedeni, çocuğun bir temizlik, saflık göstergesi olması, hiçbir yozlaşmışlıktan etkilenmemiş olmasıdır.. Nietzsche'ye göre bu 'üstinsan'dır.. Aktif Nihilizm'dir.

Burada Nietzsche'nin kendi ahlaki yapısını kendi oluşturması düşüncesi, Kant'ın etik kuramına benziyor.. Doğal etik kuramından ise bir hayli uzak bir etik görüşü.

Çünkü doğal etik anlayışında, doğada 'rasyonel' bir düzenin olduğu, insanın görevinin ise doğada kendiliğinden bulunan 'ahlak yasalarını' keşfetmesi kabul edilir.. Bu ahlak yasaları, bir nevi 'yer çekim yasası' gibi doğada kendiliğinden bulunur (Metafizik bir anlayıştır) Yani bir anlamda Platoncu etik anlayışıdır.

Nietzsche'nin anlayışında ise, ahlak yasaları doğada keşfedilecek olan yasalar değildir.. İnsanın kendi aklıyla, kendi benliğiyle, kendi iradesiyle yarattığı yasalardır.

Bu anlayışın Kant'la uyuşmayan yanı ise, yaratılacak olan ahlak yasalarının insanın içgüdüleriyle, çeşitli dürtüleriyle yaratılacak olmasıdır.. Nietzsche'nin ahlak anlayışında merhamet yoktur.. İnsanlara karşı iyilik, sorumluluk, ödev anlayışı yoktur.. İnsanın gücü, kudreti, iradesi gibi doğasından gelen güdüleri önplandadır.

Bu yüzden Nietzsche'nin anlayışını farklı bir kategoriye sokmak mümkündür.. Fakat ben etik kuramlarıyla ilgili olarak literatürde kabul edilen en yaygın 4 teoriyi ele aldım.. Bunun çok farklı etik anlayışları da vardır.. Özellikle son yıllarda kendini kabul ettiren Post-Modern etik anlayışını da ayrıca incelemek gerekiyor.


Teşekkür ederim

bwallace4ever -- 11.06.2011 - 20:29

Teşekkür ederim Sangre,
Ben de Nietzsche ile baya ilgiliyim (yanlış anlaşılmasın).
Durumu güzel özetlemişsin. 13 yaşında onu okumak da zordur. En azından erken keşfetmişsin.
Benim birkaç sorum olacak. Öncelikle, aslan metaforunun aktif nihilizmi, çocuk metaforunun da pasif nihilizmi temsil ettiğini biliyordum. Buna göre bir insan önce deve, sonra çocuk, daha sonra da aslan olmalıdır. Senin bahsettiğinde bir sıralama hatası var gibime geliyor. Ancak ben de emin değilim bakmam lazım.

İkinici husus, Nietzche hep doğaya vurgu yapıyor. Ancak senin bahsettiğin doğa etiği, rasyonel bir doğa olunca buna örnek olarak Spinoza, Hobbes ve Rousseau'yu verebilirmiyiz? Bumudur kastın.

Son olarak Nietzsche'yi ben daha çok yararcı bir filozof olarak düşünmüştüm. Ancak yarar da daha çok senin bahsettiğin gibi dürtüsel bir yarar. Yani "beni güçlü yapan yararlı, güçsüz yapan zararlı" felsefesi. Yani Nietzsche'de hem bir ödev hem bir yararcılık görebilir miyiz? Dürtüyü de doğayla açıkladığına göre biraz da Doğa'cı diyebilirmiyiz? Daha da ötesi "varoluşsal bir etik" de diyebilir miyiz? Ancak o zaman da dürtülerle çelişiyor. Sen ne diyorsun?


Benim birkaç sorum olacak.

sangre -- 14.06.2011 - 14:00

Benim birkaç sorum olacak. Öncelikle, aslan metaforunun aktif nihilizmi, çocuk metaforunun da pasif nihilizmi temsil ettiğini biliyordum. Buna göre bir insan önce deve, sonra çocuk, daha sonra da aslan olmalıdır. Senin bahsettiğinde bir sıralama hatası var gibime geliyor. Ancak ben de emin değilim bakmam lazım.

Yoo hayır, önce deve aslana dönüşüyor.. Daha sonra ise aslan çocuğa dönüşüyor.. Kaynaklar sağlam olmamakla birlikte, pek yanılma ihtimali bulunmadığı için şu linklere bakabilirsin;

http://www.uludagsozluk.com/k/deve-aslan-%C3%A7ocuk/
http://www.historicalsense.com/Archive/nietzsche_3.htm

Aktif Nihilizm en sonda, aslanın çocuğa dönüştüğü durumda ortaya çıkıyor.. Ama bu tür bir Nihilizm bizim kullandığımız kavramdan çok farklı.. Gerçek Nihilizm değil yani.

İkinici husus, Nietzche hep doğaya vurgu yapıyor. Ancak senin bahsettiğin doğa etiği, rasyonel bir doğa olunca buna örnek olarak Spinoza, Hobbes ve Rousseau'yu verebilirmiyiz? Bumudur kastın.

Evet Hobbes, Rousseau, Locke gibi kuramcılar doğal hukuk kuramının Rönesans ve Aydınlanma dönemindeki temsilcileri.. Bu dönemde doğal hukuk, dinsel içeriğinden sıyrılarak insanların ortaklaşa kurdukları toplum sözleşmesiyle birlikte anılıyor.

Doğal hukuk kuramında ahlak kurallarının akıl aracılığıyla 'keşfedilmesi', genel geçer doğrular, evrensel maximler ve ahlak yasalarının objektifliği kabul edilirken, Nietzsche'de böyle bir anlayış mevcut değil.

Son olarak Nietzsche'yi ben daha çok yararcı bir filozof olarak düşünmüştüm. Ancak yarar da daha çok senin bahsettiğin gibi dürtüsel bir yarar. Yani "beni güçlü yapan yararlı, güçsüz yapan zararlı" felsefesi. Yani Nietzsche'de hem bir ödev hem bir yararcılık görebilir miyiz? Dürtüyü de doğayla açıkladığına göre biraz da Doğa'cı diyebilirmiyiz? Daha da ötesi "varoluşsal bir etik" de diyebilir miyiz? Ancak o zaman da dürtülerle çelişiyor. Sen ne diyorsun?

Yararcı bir felsefeci olduğu söylenemez.. Çünkü kendi benliğini yitiren, hayatta kalmak adına tek gayesi itaat etmek olan, öbür dünya vaatleriyle kendinden geçen, örf ve adetleri sorgulamadan inanan, sorgulayanları ise fütursuzca yargılayan bir ahlak anlayışına topyekün karşı çıkıyor.. Bu tür bir ahlak anlayışın insana yararlı olup olmaması önemli değil onun için.

Doğal hak/hukuk anlayışı kendini rasyonel düzen/logos gibi kavramlarla şekillendirdiği için Nietzsche bu anlayışa uzak.. Varoluşçuluk konusunda ise pek fazla bilgim yok maalesef.. O yüzden bu konuda yorum yapamam.


Teşekkür ederim sangre

bwallace4ever -- 14.06.2011 - 19:25

Teşekkür ederim sangre aydınlatıcı oldu ...


Sangreciğim, Yazıya emek

G Milat -- 04.01.2012 - 03:47

Sangreciğim,

Yazıya emek verilmiş.İçeriği bakımından da oldukça doyurucu buldum.Ellerine sağlık canım:)

Şuradaki cümlenin altına çekinmeden imzamı atarım.

"Kantın ödev ahlakı ve Doğal hukuk yaklaşımı her ne kadar metafizik bir temellendirmeyle gerekçelendirilse de, ben Ateizm'in sadece Tanrı'ya inanmamak olduğunu ve Tanrı dışında kalan metafizik alanı kabul etmesinde her hangi bir sakınca olmadığını düşünüyorum.."


Ateizm, genel itibariyle bir tanrıya veyahut tanrısal olan dinlere inanmamaktır.Onun dışında, bireyin materyalist veya idealist ögelerden faydalanıp hayat görüşünü temellendirmesinde hiç bir sakınca yoktur diye düşünüyorum.

Ateizmi belli normatif kalıplara döküp, misyon yükleyenlerin ateizmi dinleştirme çabasında olduklarını vurgulamakta fayda var. Bir bireyin toplum içindeki ahlaki yapıdan tam anlamıyla sıyrılması söz konusu olamayacağı gibi, istenildiği takdirde de toplumsal ahlakın çarklarından bir bakıma kurtulmak mümkündür. İnsanın dine bakış açısı çoğunlukla ahlakı üzerinde etkilidir; fakat bu, bir ateistin ahlaki yapısının diğerlerine göre daha sapkın olacağı anlamına gelmez!

Kendi adıma, yukarıda bahsedilen 4 seçeneğin birbiri arasında erimiş olmasının en doğru seçeneği sağlayacağını savunuyorum... Fakat sanırım 1 ve 3'ün ağır basması daha çok kabulüm olan bir seçenek yaratacaktır.(Tabii ki bu, 2 ve 4'ün göz ardı edilmesini savunduğum anlamına gelmez) Özellikle de Kant'ın aşkınsal etik felsefesinin temelinin yorumlanmasında Heidegger'in düşüncelerini beğenirim.

Sen de konu hakkındaki savunduğun temel seçenekleri sunarsan, belki daha sağlıklı bir argümanla ben de neden 1 ve 3 dediğim üzerinde durabilirim :)




Ya akıl sorunluysa?

xenix -- 04.01.2012 - 12:24

İyi güzel hoş da... Bu doğal hukuk ve doğal hakları belirleyen nasyonel aklın kendisi problemliyse? Problemli bir akıldan sağlıklı bir sonuç çıkar mı? Çıkmadığı için zaten binlerce yıldır ateistte olsan, teistte olsan veya başka bir şey de olsan aynı sorunlar yaşanıp duruyor.

Mesela basit bir düşünce uygulaması yapalım.
3 gezegen olsun.
1. gezegende tamamı koyu dindar olan (müslüman, hristiyan farketmez ama hepsi aynı, müslüman diyelim) insanlar var.
2. gezegende her dinden inançtan farklı farklı insanların olduğu şeklinde(şimdiki dünya gibi)
3. gezegen ise tamamı ateistlerden oluşan bir insan grubu olsun.

Hepsi dünya gibi ve hepsinin nüfusu 5 er milyar.

100 sene sonraki durumları hakkında fikirlerinizi yazabilir misiniz?

xenix: Takiplerim


Faydacı etik anlayışına,

sangre -- 05.01.2012 - 00:52

Faydacı etik anlayışına, kendimce benimsediğim '0lumsuz' bir örnek vermemişim.. Bir tane de 0nun için vereyim;

Örneğin küçük ç0cukların fabrikalarda vs. çalıştırılması, ucuz iş gücü anlamında t0plumun tümüne yarar sağlayacak bir durum yaratır.. Veya hayvanların kürkleri için katledilmesi de keza aynı şekilde.

Negatif özgürlük anlayışını kabul edenler için de böyle ç0k örnek var.. Ama k0nuyu fazla detaylandırmaya gerek y0k diye düşünüy0rum.


Şu "o" harfleri niye

gamaro -- 05.01.2012 - 11:12

Şu "o" harfleri niye sıfır (0) ile yazılıyor?

Okurken gözüm inanılmaz yoruluyor, doğal hukuk bu mudur?:)


İnan ki ben sizden daha

sangre -- 05.01.2012 - 12:02

İnan ki ben sizden daha ç0k y0ruluy0rum.. Fakat klavyemin 'l' ve 'o' tuşu basmıy0r.. 'l' harfini yazmak için 'ctrl-V' tuşuna basarak c0py-paste yapabiliy0rum, fakat aynı anda iki tuşu paste yapamadığım için diğerini '0' şeklinde yazmak z0runda kalıy0rum.

G. Milat'a bu durumu söylemiştim, 0 s0run 0lmaz demişti.. Yine de 0kuyamayanlar veya 0kurken y0rulanlar varsa kusura bakmasınlar.. Elimde 0lan bir durum değil çünkü.


Estağfurullah, sadece

gamaro -- 05.01.2012 - 12:30

Estağfurullah, sadece gözümü hakkaten yorduğu için yazmış bulundum.

ıo :)


Bence "o" yu kopyala

xenix -- 05.01.2012 - 13:01

Bence "o" yu kopyala yapıştır "ı" yerine de "i" yaz. :) En doğal hukuk bu olur.

xenix: Takiplerim


'ı' değil 'l' harfi

sangre -- 05.01.2012 - 14:25

'ı' değil 'l' harfi yazılmıy0r.. 'L' harfi yani :D

Yalnız 'l' harfini büyük 'ı' harfi 0larak, yani 'I' 0larak da yazabilirim.. Msnde yazarken pek düzgün gözükmüy0rdu ama burada daha iyi gibi görünüy0r sanki.

Bundan sonra 'o' harfini normaI, 'I' harfini copy paste yapacağım.. AIışmak biraz zor oIacak ama yapacak başka bir şey yok sanırım :)


Utilitarianizm ve

G Milat -- 06.01.2012 - 11:25

Utilitarianizm ve deontolojinin arasındaki farkların aşikar olduğunun farkındayım.Özellikle de faydacılık hakkındaki verdiğin örnekler, zaten karşıt görüştekilerin sıkça belirttiği örneklerdir.Ben de uzun yıllar bunları salık verdim.Bunların yanı sıra sonrasında, bireyin salt faydacı veya salt toplumcu olmasının hem toplumun hem de bireyin prodüktifliği için doyumsal olmadığını fark ettim.Kendi adıma “sınırlı faydacılık” diyebileceğim ölçülü fayda ile deontolojinin evrensel kemikleşmişliğinden arınmış hallerinin kendi aralarında çözünmüşlüğünü kabulleniyorum... İkisinin de “kendime göre doğru” bulduğum yanlarını benimseyip konuyla ilgili fikir beyan eden filozoflar hakkında ne düşündüğüme kısaca değinebilirim.

Genel faydacı anlayışın toplum veya siyasal bilimler üzerindeki etkisi her kelimesiyle kabullenilebilinecek bir duruş değildir.Fakat faydacılıkla gelen kişilerin “birey” olma statüsünü de göz ardı edecek değilim. Mill ile başlamak adettendir diye oradan başlayayım... Mill’in genel birey önemciliği, bireylerin mutluluğu ve toplumun refahı için, bireyin çıkarının mümkün mertebe toplumun genel çıkarıyla paralel ilerlemesi gerektiği üzerine kuruludur. Mill’in ahlaki değerleri de buna bağlı olaraktan bireye fayda sağladığı ölçüde kabullenilebilir şeklinde açıklar.Hatta bir adım daha ileri gidip aslında kişilerin doğalarında faydacılık olduğunu vurgular.Ona göre her birey faydayı max, acıyı min hale getirmek için uğraşır. Pigou da aynı şekilde ‘refah iktisadı’nın temellerini atarken bireyciliği her şeyden önde tutmuş ve kardinal olarka nicelendirilen faydanın toplumun da yarına olacağı sonucunu çıkarmış. Smith’i de dahil etmeden olmaz değil mi.. Çok kısa kendi ağzından değineceğim.Smith :” Yemeğimizi kasabın, biracının ya da fırıncının yardımseverliğinden dolayı
değil, onların kendi çıkarlarını gözetmeleri nedeniyle elde ederiz. Onların
insancıllıklarına değil, bencilliklerine sesleniriz ve hiçbir zaman kendi
ihtiyaçlarımızdan değil, onların kazançlarından söz ederiz” der. Bunların yanında Parteu, Sidgwick gibi düşünürler de bu bireyselcilik fikrine az-çok aynı mesafeden yaklaşırlar…

Bu noktada katılmadığım durum, bireyselliğin toplumsallıktan daha önce gelmesi değil, birey olma bilincinin her kişide farklı şekillenmesinin gözden kaçmış olduğudur.Birey faydası savunulabilir; fakat her bireyin fayda anlayışı birçok etmenle birlikte farklılık arz edeceği için, bireylerin toplam faydası toplumun faydasına olmayabilir. Mesela; tamamen bireysel bakarsak sadist bir adamın aldığı hazzı engelleme hakkımız olamaz.Nihayetinde Mill’in de belirttiği gibi birinin özgürlüğü başka birinin özgürlüğünün başladığı yerde biter.Buna göre kişi, sadizmi benimsemiş olabilir.Bu, toplumun faydasına olan bir tutum olamayacağı için, kendi açımdan kabul edilemez olarak görmekte bir sakınca bulmuyorum. Bireysellik, toplumsallığın önüne geçmeden yaşanmalıdır. Birey olma bilinci de toplumun genel yapısı tarafından bastırılmamalıdır.

Bentham aklıma geldi şimdi.Geçende felsefesi üzerine bir skript okumuştum, ders notlarından. Bentham, faydayı “en çok sayıda insan için en fazla mutluluk” olarak adlandırıyordu yanlış hatırlamıyorsam(The more you have, the happier you are gibi bir şeydi.Kağıtları kaybetmeseydim direkt yazardım..Neyse çok da mühim değil)

Kısaca, toplumun mutluluğunu, toplumdaki bütün bireylerin mutluluğunun toplamına eşit olduğu kabul ediyor… Bentham’a göre doğru eylem, “en çok mutluluk ilkesi” üzerinde durup en iyi ahlaki ilke faydanın fazlalaştırılması olarak düşünüyor.. Mesela, burada fayda olarak algılanan eylem bana göre kişiniz hazzıdır.Hedonizmde de benzer şekilde haz ön plana çıkarılmıştır. Benthan’a da Mill ve Pigou’dan farklı şekilde olarak, tek tek bireylerin fayda toplamının toplumun fayda toplamı ile eşit tutmasıdır… Bireylerin faydalarının toplum yaraına olacağı kısmını kabullensem de, toplumun bireylerin toplamından daha büyük olduğunu benimsiyorum.Bu noktada da Sen ile paralel düşünüyorum denilebilir…

Kısaca, faydacılık birey olma bilincini canlı tuttuğu müddetçe kabullenilebilir.Faydacılığın sınırları, toplum olma bilinci ile belirlenebilir… Bunun dışında, salt bireycilik veyahut bahsettiğin gibi neoliberalizme varan ulitarianizm, kesinlikle tarafımdan benimsenemeyecek bir düşüncedir… neoliberalizm konusunda ayrıca açıklama yapma gereği bile duymuyorum. Benim için seçenek dışı bir akım/fikir..

Ben felsefeyi, Kant’tan öncekiler ve sonrakiler diye ikiye ayırıyorum.Kant’ın ödev ahlakı ise, etik felsefesinin “hem hem”ci tarafıdır sanırım.Uzun uzadıya bahsetmeyi düşünmüyorum.Çünkü kendisiyle 2006’da bir seminer/sunum/proje için ilgilenmiştim.Aklımda kaldığı kadarıyla çok kısa bir şekilde neden deontolojist bir yaklaşıma yakın olduğumu belirttebilirim..

Özü itibariyle Kant, bireyleri doğanın parçası gibi kabul eder. Fakat aynı zamanda da ahlak kurallarına uygun bir otodeterminasyon ve determinasyon yetenekleri vardır diye de ekler... Kant bu zorluğu önce erdem ve mutluluk arasındaki güvenli bir koordinasyon düşüncesiyle çözmeye çalışmış, daha sonra son yazılarında doğanın ve özgürlüğün insan doğası bağlamın da birbirleriyle uyuşabilen iki görüş açısı oluşturduğu düşüncesini savunmuştur.Knat’ın duruşu epistemolojinin rasyonalizmle birleştiği yerdedir.Bu nedenle “iyi,kötü,doğru” vs gibi ahlaki normların kemikleştirimesi yönünde yorumlar yapar.Senin de vurguladığın gibi(yalan örneği ile), bir eylemin kişilere bakılmadan doğası gereği kötü olduğu durumlardan toplumun refahı için kaçınılmalıdır.. Örneğin, soykırım yapmak doğası gereği kötü olan bir davranıştır ve her şekilde kötülenebilineceği için kant’ın ödev ahlakına uyar.Bu yönden düşünüp bazı evrensel kötü sayılabilinecek eylemlerin iyiliği ve kötülüğü konusunda Ödev Ahlakı ile bazı yönlerde hem fikirim.

Kant’ın özellikle rasyonel fikirlerinin eleştirisinde Heidegger’in ontolojik yaklaşımlarını benimsiyorum.Heidegger, Kant’ın kalıplaşmış fenemonel yorumlarına ilişkin olarak, bu yorumların tamamen epistemoloji kapsamında incelenmesinin yanlış anlaşılmalara neden olduğunu vurgular.Kısmen de olsa varlık problemi dahilinde ele almak daha tutarlı sonuçlar verecektir…

Fakat Kant’ın bir takım ilkelerin soyutlama yoluna gitmesine katılmıyorum.Bir de bütün eylemlerin temelindekş formel iyi ve kötü genellemesine katılamam.Dediğim gibi genel olarak bütün toplumların ortak çıkarlarınca kötü adledilen değerlerin kötü sayılmasında bir sakınca görmüyorum.

Buyurgan bir etiğin gerekliliklerini açıklayan bütün bu ahlak anlayışlarında tarafsızlık kavramını baz alıyorum diyebilirim. İlk yorumda bahsettiğim gibi, senin de hem fikir olduğum 2.seçeneğe karşı ayak diretme gibi bir durumum söz konusu değil. Kendime yakın bulmamamın nedeni, sözleşme kapsamının kimin tarafından belirlendiğinin kesin olmayışıdır.Zaten o da bireyselliğin deforme edilmemesi için ortaya atılan bir fikirdir diye düşünüyorum.










Not: Bu arada verdğin link

G Milat -- 06.01.2012 - 11:34

Not: Bu arada verdğin link açıldığında içinde veri barındırmıyor.. Benzer bir link verirsen okurum...





Bu arada Astur’un

sangre -- 06.01.2012 - 20:53

Bu arada Astur’un yazdığı yazının linkini vermeyi unutmuşum;

http://www.ateistforum.org/index.php?showtopic=29332


Faydacılık konusunda, hem

sangre -- 06.01.2012 - 21:17

Faydacılık konusunda, hem yazdıklarını tamamlamak hem de konuyu biraz daha ‘sırayla’ anlatmak istiyorum.. Bu şekilde neden faydacılığı kabul etmediğimi ve ‘Sözleşme’ kavramını zorunluluk olarak kabul ettiğimi daha iyi açıklayabilirim.

Önce senin de ‘Genel Faydacılık’ olarak adlandırdığın, geleneksel faydacılığın nasıl ortaya çıktığına biraz daha detaylı olarak bakalım;

Yukarıda da açıkladığın gibi; Faydacı görüş, ‘’En çok sayıda insan için, en fazla mutluluk’ ifadesini önplana alır.. Bu görüşü savunanlara göre kişilerin elde ettiği faydalar ile tüm toplumun faydası bir paralellik arz eder.. Fayda ‘kardinal’ yaklaşım ile sayısal bir değer kazanmıştır.. Tüm bireylerin elde ettiği fayda sayısı toplanarak, tüm toplumun elde ettiği fayda miktarı hesaplanıyordu.. Adam Smith’in ‘görünmez el’ (invisible hand) kavramı da, bu konuyu açıklamak için kullanılmış bir metafordur.. Smith, toplumda kendi çıkarı peşinde koşan bireylerin sanki görünmez bir el değişmişçesine tüm toplumun çıkarını/faydasını arttırdığını ifade eder.. Bize mal ve hizmet üretenlerin, asıl amaçları hayırseverlik değildir.. onlar kendi çıkarlarını düşünerek, kendi kazançlarını düşünerek bu üretimi gerçekleştirirler.. Fakat bu hizmetlerden yararlanan insanlara da faydalı olurlar.. Ateforum’da Astur, ‘Kurşun Kalem’ örneği ile ‘görünmez el’ metaforunu ve ‘market ekonomisi’ni çok güzel bir şekilde anlatmıştı.. Herkesin okumasını tavsiye ederim;

Fakat klasik dönem düşünürleri zeki insanlardı.. Ekonomik hayatın veya ahlak sisteminin bu kadar toz pembe olmadığını, her şekilde herkesin faydasının maximize olamayacağını çok iyi biliyorlardı.. Bu yüzden senin de ifade ettiğin gibi bu faydacılık anlayışına bazı kurallar, normlar koymaya karar verdiler.. İnsanların bazı ‘özel’ haklarına müdahale edilmediği taktirde, yukarıdaki tarz bir anlayış geçerli olacaktı.

Bu hakları ‘negatif haklar’ olarak tanımladılar.. Yaşam hakkı, düşünce ve ifade özgürlüğü, mülkiyet hakkı ve bu tarz bir çok hak koruma kapsamına alındı.. Yani bireyler, diğer bireylerin bu negatif haklarına müdahale etmediği taktirde istedikleri gibi faydalarını maximize edebileceklerdi.. Zaten bu yüzden S.Mill için haklar konusu bireylerin özel alanı, dokunulmaması gereken bölge olarak tanımlanmıştır.. Mill, ‘’Bireyin özgürlüğü, başkasının özgürlüğünün başladığı yerde biter’’ diyerek her bireyin ne kadar serbest davranması gerektiği konusunda sınırı çiziyordu.

Bu anlayış geleneksel faydacı anlayışın dışında ‘kural faydacılığı’ veya ‘modern faydacı görüş’ olarak adlandırılır.
Faydacılığın hangi konularda eleştirildiğini de, birkaç cümleyle açıklayalım;

Öncelikle bireyin davranış şekli bu konuda önemli görülür.. Faydacılığı kabul etmeyen kesimler, ‘bireyin her zaman çıkarının peşinde koştuğu, her ortamda faydasını maximize etme istediği’ olarak tanımlanan konuyu kabul etmezler.. Bireyin bir çok davranış şekli olarak çıkarının peşinde koştuğu reddedilemez bir gerçektir.. Fakat bu konuyu teorinin özüne yerleştirmek, diğer davranış şekillerini soyutlayarak analiz yapmak bizi çok yanlış bir alana sürükleyebilir.. Bu yüzden bu konu önemlidir.

İkinci en önemli konu da, ‘kardinal faydacılık’ olarak adlandırılan faydanın ‘hesaplanabilir’ bir konu olmasıdır.. Fayda gerçekten hesaplanabilir bir değer midir?.. Bu konu iktisat kitaplarında da yer alan bir konudur aslında.. Bireylerin tüketim etkinliklerinde konusu geçer.. Örneğin; ‘’Rasyonel davranan bir bireyin, faydasını maximize edebilmesi için seçeneklerde verilen hangi mal ve hizmetlerden yararlanması gerekir?’’ tarzı sorular vardır.. Ekmek, su, süt, et gibi tüketim mallarının fayda değerleri verilerek hesap yapılması istenir.. Fayda ‘u’ -utility- olarak değer alır.

Fakat modern yaklaşıma göre fayda hesaplanabilir bir değer değildir.. Günümüzün iktisatçılarI tüketim dengesinde ‘ordinal yaklaşımı’, faydanın hesaplanamaz olduğuna dair yaklaşımı benimserler.. Bunun için de şöyle bir örnek verirler; ‘‘Birbirini tamamlayan malların faydasını hesaplayabilmek mümkün değildir.. Örneğin çayın 5U, şekerin 2U bir değeri vardır.. Fakat çay ve şekeri bir arada kullandığımızda 7U değeri vardır denemez.. Çünkü bu iki mal bir arada ulanıldığında çok daha büyük bir fayda değeri oluştururlar.. Bu yüzden de malların bu şekilde faydalarını hesaplamak mümkün değildir’’

Bu yüzden ‘Bireylerin çıkarları ve faydalarının tümünün toplamı, bize toplum faydasını verir’ tarzı bir yaklaşım, faydanın hesaplanabilir olmamasından dolayı sorunlu olarak kabul edilir.

Yukarıdakilerden çok daha önemli bir eleştiri ise, Mill’in ortaya attığı ‘kural/norm’ faydacılığına gelmiştir.. Mill’in, özgürlüğü salt bireylere sıkıştırması en büyük eleştiri konusu olmuştur.

Eğer bireylerin özgürlük alanları, sadece kendileriyle sınırlı ise bu durum toplumda büyük sorunlara yol açıyor.. Örneğin mülkiyet ile düşünce/ifade özgürlüğü konusunda iki ana sorun örneği verebilirim;

Bu konu daha çok ABD veya Avrupa ülkelerinde var olan bir sorun olarak karşımıza çıkar.. Örneğin devletin eğitim, sağlık, sosyal projeler konusunda vergi toplamasını ele alalım.. Sıradan bir vatandaş çıkıp der ki; ‘’Benim bir çocuğum yok.. Yeterli miktarda param da var.. Neden başka insanların eğitim alması, sağlık hizmetlerinden yararlanması benim sorunum olsun ki?.. Hiç kimseye hiçbir şey için para/vergi vermek zorunda değilim.’’.. Bu kişi Mill’in özgürlük tanımı bağlamında haklıdır.. Kendi mülkiyet hakkını gasp eden, onun birikmiş servetine göz diken bir devlete hiçbir borcu olmadığı halde vergi vermek zorunluluğu yoktur.. Burada bireyin mülkiyet hakkına müdahale vardır.

Veya bir Neonazi ortaya çıkıp der ki; ‘’Madem düşünce özgürlüğü diye bir şey var.. Ben de her düşündüğümü söyleyebilmeliyim.. Siz benim düşüncelerimi ırkçılık, nefret suçu olarak adlandırıyor olabilirsiniz.. Ama asıl sizin yaptığınız düşüncelere, fikirlere müdahaledir’’.. Bu kişi de Mill’in, özgürlüğü bireylere sıkıştırdığı ‘negatif özgürlükler’ bağlamında haklıdır.

Eğer hatırlıyorsan sana face grubunda bir örnek vermiştim.. Bir çocuğun denizde boğulması durumunda, eğer oradan geçen bir insan hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam ediyorsa, bu durum AB yasalarına göre bir suçtur.. Fakat bu kişi; ‘’Benim hiç kimseye borcum olmadığı gibi, alacağım da yoktur.. Bu olayda o cocuğun kurtulmasına yardımcı olmak gibi bir yükümlülüğüm, sorumluluğum bulunmamaktadır.. Eğer siz beni böyle bir yükümlülük altında bırakıyorsanız, bu durumda siz benim haklarıma müdahale ediyorsunuz’’ diye çıkışabilir.. Ki haklıdır da.

Yine bir başka örnek olarak, bir kişi bir etnik grubu işlettiği dükkanına girmesini istemeyebilir.. Dükkanın penceresine ‘Yahudiler giremez’ yazabilir.. Kendini savunurken de, istediğim kişiyi ve grubu dükkanıma almamakla serbestim, burası benim mülküm, hiç kimse de karışamaz diyebilir.

Tüm bu örnekler, bir insanın özgürlüğü diğerinin başladığı yerde biter sözüne göre meşrudur.. olması gerekendir.. Yukarıda kendini savunan tüm bireyler de haklıdır.. Çünkü bir şekilde haklarına müdahale söz konusudur.

Ama ‘pozitif hakları’ kabul eden biri için durum bundan ibaret değildir.. Mill’in, özgürlüğü bireylere sıkıştırdığı durumu tüm topluma yayarlar.. Örneğin bu kişilerin savunduğu görüşe göre –ki bende aynı şeyi savunuyorum-; Toplum içindeki bireylerin eğitim, sağlık gibi pozitif hakları, aynı zamanda vergi olarak parası alınan, mülkiyet hakkına müdahale edilen o kişinin haklarıyla bir ilişki içindedir.. o kişinin mülkiyet hakkı böyle bir durumda kısıtlanır.. Aynı şekilde düşünce özgürlüğü diye serzenişte bulunan Neonazi’nin de ifade özgürlüğü, denizde boğulan çocuk için kılını kıpırdatmayan insanın da, bir etnik gruba ayrımcılık yapan dükkan sahibinin de ‘negatif haklarına’ müdahale edilir.. Çünkü ayrımcılık yapılan veya kurtarmayı reddettiği kişilerin pozitif hakları, bu kişilerin negatif haklarının sınırları içine girmektedir.. Bu yüzden de Mill’in ifade ettiği ve modern faydacılık akımının salt ‘negatif hakları’ koruyan anlayışının, neden sosyal bir toplumda geçerli olmadı aşikardır.. Fakat günümüzde Amerikan tarzı liberaller -libertarianizm- ve muhafazakar liberaller/neoliberaller günümüzde halen bu tür bir faydacılık, salt negatif hakları koruyan bir anlayışın temsilciliğini yapmaktadırlar.. Elbette sen bu tür bir anlayışı savunmuyorsun, ama günümüzde bu anlayış bu akımlarla birlikte yürüyor.. Çünkü aksini kabul etmek pek mümkün değil ve faydacılığın kendisiyle de çelişiyor..

İşte tam da burada 'Sözleşme Etiği' devreye giriyor.. Faydacılık akımının içinden çıkamadığı, özgürlüklerin birbirleriyle ilişkiye girmesi, birbirlerinin alanına girmesi hususunda Sözleşme Etiğinin 'pozitif özgürlükler' kavramı önem kazanıyor.

Faydacılık konusunda yazacaklarım bu kadar.. Kant konusuna da pek değinemedim gerçi ama o konuda benzer düşünüyoruz sayılır.. Bir dahaki iletimde Sözleşme Etiği üzerinde duracağım.. Şimdilik biraz yoruldum çünkü :)


sıra sıra:))

G Milat -- 07.01.2012 - 09:13

Peki, madem sırayla gitmek niyetindeyiz, sen 2'ye değindikten sonra ben de Kant'ı daha ayrıntılı açıklamaya çalışırım..

Sıra bozulmasın :)(:




Bu konuya devam edeceğimi

sangre -- 29.03.2012 - 11:08

Bu konuya devam edeceğimi söylemiştim, ama çeşitli nedenlerle mümkün olmadı.. Uzun uzun yazma şevki gelirse devam edilebilir :)

'Müslüman olan Ünlüler' başlığında bir arkadaşın şöyle bir ifadesi vardı;

"Ateizmin ve ateistlerin ahlak anlayışı varmış gibi.. "


Ayrıca konunun güncellenmesine katkı sağladığı için de, Fatih isimli arkadaşa tşk ederm.

Bu arkadaşın konuyu okumasını ve gerekli yerlerde itiraz etmesini istemem gerekiyor sanırım.. Aynı şeyleri 50 defa yazmak zorunda kalmayız.

'Sözleşme Etiği' konusunda Rawls'ın 'hakkaniyet olarak adalet' tezine dair bir iki yazı verebilirim.. Şimdilik bunlarla idare edilmesi daha yerinde olur;

http://dergi.aktiffelsefe.org/index.php?option=com_content&view=article&id=37:john-rawls-ve-qbir-adalet-teorisiq&catid=6:makaleler&Itemid=5

http://dusundurensozler.blogspot.com/2008/11/siyasi-bir-kuram-metafiziksel-veya.html

Rawls'ın bu savlarında katılmadığım tek bir nokta var.. O da aşağıdaki cümlelerden başlıyor;

"Diğer bir deyişle, düşünce deneyimizdeki sözleşmecilerin mantığına göre toplumda “adalet” herkesin mutlak olarak eşit olmasını gerektirmez, bazı sosyal ve ekonomik farklılıklar, yani eşitsizlik durumları da meşru olabilir, fakat bu durum ancak ve ancak söz konusu eşitsizlik toplumdaki en düşük seviyeli insanın lehine bir sonuç verecekse geçerlidir. Bu anlamda toplumda insanları işlerine motive eden veya girişimci kılan bazı ödüller, mesela para kazanmak gibi amaçlar çerçevesinde zengin, fakirlerden ayrışmış olmak sosyal açıdan “adil” sayılabilecektir, ama bu eşitsizliklerin en fakir insanlara yarar sağlayacak bir karaktere sahip olması bunun önşartıdır. Dolayısıyla her eşitsizlik, ancak toplumun en kötü durumda olan üyesini mutlak eşitlik durumunda olacağından daha iyi duruma getirirse meşru kabul edilebilir. Mesela mutlak eşitlik durumunda herkesin 10 birim gelir elde edeceğini varsayalım. Eğer eşitsizliklere izin verdiğimizde bazı insanlar bazı yöntemlerle 10 birimin üzerine çıkıyor ve başka bazı insanlar bu yüzden 10 birimin altına düşüyorsa bu gayri adildir. Fakat zengin olmaya izin verdiğimizde bunun ortaya çıkaracağı sinerji ile zengin 40, fakir 20 birim gelir elde ediyorsa ve kimsenin durumu mutlak anlamda düz bir eşitlikte olacağından daha kötüye gitmiyorsa, yani fakirin 10 birimden 20 birime çıkabilmesini zenginin girişimciliğine borçluysak ortaya çıkacak zenginlik, farklılık, eşitsizlik meşru ve adildir."


Burada göreceli bir eşitlik durumunun çok dışında, toplumdaki eşitsizlikleri meşrulaştıran bir yaklaşım mevcut.. Yani bilinen Liberal pozisyonun pek de dışına çıkılmıyor.. Altını çizmek istedim.

Bu arkadaşı, tam da bu konuda sert bir şekilde eleştiren Ronald Dworkin, Martha Nussbaum gibi isimlere göz atmakta fayda var.


"Sen de konu hakkındaki

sangre -- 29.03.2012 - 11:12

"Sen de konu hakkındaki savunduğun temel seçenekleri sunarsan, belki daha sağlıklı bir argümanla ben de neden 1 ve 3 dediğim üzerinde durabilirim :)"


Peşinen söyleyeyim, ben 2 numaraya yazdığım 'Sözleşme Etiği'ni savunuyorum/kabul ediyorum.. Fazla detaya girmeden, yalın bir şekilde kısa örneklerle açıklayabilirim;

Öncelikle senin 1 ve 3 numara olarak kabul etme eğilimi içinde bulunduğun görüşler arasında bulunan önemli farklara değineyim;

1 numarada bulunan faydacılık akımı ile, 3 numarada yer alan Kant'ın ödev ahlakı arasındaki en önemli fark; Birincisinin Sonuçsalcılığı *Consequentialism*, ikincisinin ise deontolojik görüşü önplana almasıdır.

Bu konular üzerine Türkçe'de pek kaynak yok, detaylı olarak öğrenmek için şu linklere bakabilirsin;

http://en.wikipedia.org/wiki/Consequentialism
http://en.wikipedia.org/wiki/Deontological_ethics

Faydacılık görüşü, ahlaki edimleri 'araçsal' olarak algılar.. Bu yüzden edimin amacından ziyade, sonucu önemlidir.. Ahlaki normların kendileri hatrına, doğaları gereği nasıl olduklarını önemsemez.. Bireye nasıl yansıdığını sorun eder.. Deontolojik görüş ise normların doğalarından kaynaklanan yanlarını, yani edimin hangi 'amaç'la yapıldığını kendine sorun ediyor.

Örneğin 'yalan söylemek' edimini ele alalım.. Kantçı etik der ki; Yalan söylemek kavramsal olarak, doğası gereği 'kötücül'dür, uzak durulması gereken bir davranıştır.. Aynı şekilde hırsızlık, adam öldürme gibi davranışlar da buna dahildir.

Fakat ahlaki edimleri sonuçlarına göre algılayan ve kişiye sağladığı faydayı önplana çıkaran faydacı etik anlayışına göre, bir edimin iyi veya kötü olduğunu yukarıdaki şekilde anlamak mümkün değildir.. Örneğin 'yalan söyleme' edimi, eğer bize bir şekilde fayda sağlıyorsa, bu davranışı 'kötü' olarak kabul etmek pek mümkün değildir.

Örneğin çok yakın bir arkadaşının yakın zamanda öleceğini biliyorsan, fakat ona 'İyi olacaksın, hiçbir şeyin kalmayacak' diye yalan söylüyorsan, sonuçsalcı görüşe göre bu ahlaki olmayan bir davranış değildir.. Çünkü sonuç önemlidir.. o kişiye sahte de olsa bir mutluluk sağlıyorsa, bu davranış 'iyi' olarak adlandırılır.

Fakir insanlara verilmek üzere çalmak/hırsızlık yapmak da buna bir örnek olabilir.

Fakat faydacılık görüşü bunun dışında da bazı şeyler söylüyor.. Daha önce face grubunda da 'negatif ve pozitif özgürlükler'den bahsetmiştim.. ''Bir insanın özgürlüğü, diğer insanın özgürlüğünün başladığı yerde biter'', ''İnsanlar kişisel menfaatleri peşinde koşarlarsa, tüm toplumun toplam menfaatini/faydasını arttırlar'' gibi Klasik liberal döneme ait bazı önermeler kabul edile gelmiştir.. Faydacılık akımını savunanların, bireyin kendi faydasını maximize etmesi anlayışına dayanan klasik liberal veya neoliberal anlayışı kabul etmesi kadar doğal bir şey yoktur.

Dönemin düşünürlerinin faydacılık ve negatif özgürlük üzerine söylediklerini kabul etmediğimden dolayı faydacı akımı benimsemiyorum.

Ayrıca detaylı olarak Faydacılığın eleştirildiği bir kitabın özeti olarak, şu linke de bakabilirsin.. Benim görüşlerini çok olumlu bulduğum Rawls, Amartya Sen, Dworkin gibi felsefecileri de içine alan güzel bir derleme olmuş;

http://www.felicifia.com/index.php?title=Utilitarianism_and_its_Critics_(book)

David Gauthier, 'Sorumluluğun soğuk yüzü bizi üzebilir, ama onu asla inkar edemeyiz' diyerek negatif özgürlüğü savunanları eleştirmiş etik felsefecilerinden biridir.. ona göre, ahlakın her zaman yararlı bir amaca hizmet ettiği ve bu amacın da her bireyin menfaati doğrultusunda olduğu gösterilmedikçe anlamsız olacağını savunur.. Menfaat/fayda ve sorumluluk kavramlarını merkeze alarak faydacıları eleştirir.. ona göre, menfaatten daha fazla sorumluluğun olmadığı yerde ahlak gereksizdir.. Sorumluluktan daha fazla menfaatin öne çıkarıldığı bir yerde doğruyu yanlışa, iyiyi kötüye tercih etmek için hiçbir nedenimiz olmayacaktır.. Her bireyin 'aklında' onaylamış olduğu sorumluluklar gösterilmediği sürece ahlakın yararlı bir amacı olmayacağını söyler.. Gauthier, ahlakın bireysel menfaate rasyonel bir sınır koyması gerektiğini düşünür.

Yani sözleşmeci teorisyenler fayda ve menfaati reddetmeden, sorumluluk/ödev/yükümlülük gibi kavramları da kabul ederler.. Ve sonuçsalcı anlayış ile deontolojik anlayışı bir anlamda birleştirirler.. Fakat Kant'tan tamamen farklı olmalarının nedeni, bu sorumluluk/yükümlülük konusunu tüm insanların ortaklaşa yapacak olmasıdır.. İlk yazımda da dediğim gibi; ''İnsanların tam bir özgürlükten vazgeçerek kendi kendilerini sınırlamaya iten sebep, bu tür sınırlamaların olmadığı duruma göre elde edecekleri avantaj ve faydalardır.. İnsanların, herkesin sözleşmeye uyacağına ve uymayanların bedelini ödeyeceğine inandığı sürece kendilerinin de bu kurallara uymaktan dolayı çıkarı olacaktır.. Böylece insanlar ancak karşılıklı olarak birbirlerinin haklarını da güvenceye alabilirler.''


Sn. Sangre Link ler için

Ahmet Murat -- 29.03.2012 - 11:15

Sn. Sangre
Link ler için kendi adıma teşekkür ederim.


Normaldir.

gamaro -- 29.03.2012 - 11:29

Normaldir.

İlim Çin'de de olsa alınızın bir başka versiyonu.

Al sana ahlak tarihi.

Ebubekir de bilir; ahlaklı ateist olabilir ama ateizmin ahlakı olmaz. Ateistin ahlak dediği şey, tarihin sayfaları arasında ilk sahibi unutulmuş bir tanrı buyruğudur.

Kökü kökeni O'dur.

Neymiş?

Tarih..

Böyle yazarlar işte.

Hemi de Çin'de.

:)


Bu konu baya keyifli ve

G Milat -- 11.04.2012 - 06:37

Bu konu baya keyifli ve didaktikti. Devam etmeyi öneriyorum :)





KANT’IN SAF AKLIN

G Milat -- 21.09.2012 - 04:10

KANT’IN SAF AKLIN ELEST R S NÇN BR VARLIKBLM OLARAK ANLASILMALIDIR?

M. Heidegger, I. Kant’ın Saf Aklın Elestirisi’ni Dasein’ın zamansal varolusu temelinde, epistemolojik yorumdan farklı olarak, bir ontoloji olarak anlasılması gerektigini ileri sürer. Bu çalısmada Heidegger’in Kant’ı nasıl ontolojik olarak yorumladıgını göstermeye çalışılıyor..

Okunmalı.

http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/34/922/11503.pdf

"Heidegger, Kant’ın Saf Aklın Elestirisi’ne iliskin fenomeneolojik yorumunda, Elestirinin bir epistemoloji olarak görülmesinin, onun eksik ve yanlıs anlasılmasına neden oldugunu
vurgulamaktadır. Kant’ın asıl amacı sentetik a priori yargıların olanaklılıgının gösterilmesidir.
Dolayısıyla, bu yargılar, seylerle kurulan iliskide bir ön-tasarımlamayla degil, ancak zamansal
Varolanın (Dasein) varolma tarzı içinde seylerle ilgisinde açıga çıkarılabilecektir. Heidegger, bu
olanaklılıgı, “Varolanın (Dasein) varolma tarzını göstermesi bakımından temel ontoloji niçin saf aklın
fenomenolojik yorumuyla olmalıdır?” biçimindeki bir soruyla ortaya koymaktadır.
Heidegger, Kant ve Metafizigin Problemi adlı kitabının önsözünde, amacını kısmen
belirtmektedir. Buna göre, O, Saf Aklın Elestirisi’ne yönelik incelemesi sırasında semalastırma
bölümüne dikkat ettiginde, kategoriler-probleminde, askın metafiziksel varlık-problemi ve zaman
fenomeni arasında bir baglantı gördügünü ve böylelikle Varlık ve Zaman’da girisilen sorgulamanın
Kant-yorumu için bir ön-kavrayıs olarak islev gördügünü belirtmektedir (Heidegger, 1998: XIV)."







ya ahlaksız din veya dinsiz ahlak?

moruk -- 21.09.2012 - 18:04

Dinler yeryüzünde düzeni sağlamak gibi toplumsal pratik amaçlarla ortaya çıktı ama din ve mezhep savaşları dinlerden beklenen faydayı götürdü, din ve mezhep savaşları yüzünden dökülen kanın haddi hesabı yoktur, tarih boyunca her dinin inananları diğer dine inananlarla savaştılar, bu da yetmedi kendi içlerinde mezheplere, tarikatlara, cemaatlere bölünerek kendi içlerinde de kanlı savaşlara yol açtılar, bu kanlı kavga bu gün de sürüyor ve bitecek gibi de görünmüyor, batıda uzun savaşlardan sonra laiklik, sekülerlik çözümüne ulaşıldı, din ve devlet birbirinden ayrıldı, din ve bilim de birbirinden ayrıldı, dini nedenlerle bilim adamlarına yapılan baskılar, tehditler sona erdi, şimdi batıda bilim, din, hukuk ve devlet kesin sınırlarla birbirinden ayrılmıştır, bu bir çözüm değil bir ateşkes, sorunu dondurmadır, dindarlar dünyanın, ülkelerin dini kurallara göre yönetilmesi için çalışıyorlar, burada ahlaki değerler ( iyi-kötü, doğru-yanlış, günah-sevap haram-helal güzel-çirkin vb. değerler) dine dayandırılıyor, ahlakın temelinin dini inançlar ve tanrının emirleri olduğu iddia ediliyor, böylece dinle ahlak özdeşleştiriliyor, 'din olmazsa ahlak ta olmaz' gibi bir sonuca varılıyor.
Bu yanlıştır. din olmadan da ahlak olabilir ve asıl öyle olur.

Dinle ahlak özdeş değildir, din birtakım metafizik inançlar, birtakım törenler, ritüeller, ayinler ve birtakım yaşama kuralları, şunu yap, bunu yapma şeklinde emirler ve yasaklar şeklinde özetlenebilir, bütün bunlardan amaç toplumsal düzeni belli kurallara bağlamak ve düzeni sağlamaktır, ve bütün bu kuralların arkasında insandan öte, insandan üstün, insanı aşan bir kozmik irade veya gücün bulunduğu, bu gücün suçluları cezalandıracağı ve kurallara uyanları ödüllendireceği şeklinde bir manevi, psikolojik baskı, korku ve umut, cennete gitme beklentisi, umudu veya cehennemde yanma korkusuyla insanların davranışlarını, eylemlerini dizginleme, kontrol etme ve yönetme amaçlanır.
Ahlak, dine ve tanrı inancına bağlanarak, insandan alınmış, gökyüzüne havale edilmiştir, böylece insanlara ait olan ahlak, insanın malı olmaktan çıkartılarak tanrıya mal edilmiştir, insan aklının eseri olan ahlaka, hayali bir takım tanrılar elkoymuş, sahiplenmiştir, ahlak, insanın elinden alınarak göklere havale edildi, bu büyük yanlış iyi niyetle yapıldı.
cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla döşelidir.

şimdi insanlık bir ikilemle karşı karşıyadır, ya ahlaksız dini ya da dinsiz ahlakı seçecektir.
Alev Alatlı, Viva La Muerte adlı romanının sonunda bu konuyu çok güzel açıklar:
ah, batılı dostlarımız akla dayalı, insancı ahlak sistemini savunmakta zorluk çekerlermiş! insanın özde kötü olduğuna inandıkları için, ahlakın insandan yüce, onu aşan bir otoriteye dayandırılması gerektiğini savunurlar, insanın serpilmesini, yücelmesini savunan bir sisremin ahlaki olmayacağını düşünürlermiş, Erich Fromm 'hayır efendim, insanın komşusunu sevmesi, insanı aşan bir oluşum değil, insanın doğasında olan, ondan neşet eden bir oluşumdur' diye daha yeni yeni, 50lerde bağırırmış.
bu alıntı daha devam ediyor ama fazla uzatmak istemiyorum, isteyen viva la muerte' yi açıp okur ( s.470-471)
kısacası ahlak, dine ve tanrıya ait değil, insana aittir, böyle olması gerekir.
ahlakın dinlerden, tanrıların elinden alınıp asıl sahibine, insana iade edilmesi gerekiyor.
ahlakın asli sahibi tanrı değil insandır.
tanrı veya dinler, insana ait olan ahlakı, insanların elinden alarak, kendilerine mal ederek büyük bir yanlış yaptı.
ahlaka sahip çıkan, ahlaka el koyan tanrılar veya dinler, insanı ahlaksız bıraktı,
bu sefer de ahlakın insana dışardan, yukardan dayatılması gerekti,
oysa ahlak, insanın dışında değil, içindedir, bu yüzden dinlerin ve tanrıların insana ahlakı dışardan dayatmasına veya öğretmesine hiç gerek yoktur.
bizim bu gün gördüğümüz ahlaksız dinlere ihtiyacımız yoktur.
bize dinsiz ahlak yeter.



Sangre ve G Milata emekleri

Stalker -- 22.09.2012 - 10:39

Sangre ve G Milata emekleri icin tesekkurler , bu konularda alayli biri olarak bana ,zamanimi zorlayip bir miktar okuma motivasyonu verdiniz . Fakat kendi adima isterim ki , aktarilan bu entellektuel birikim daha fazla ornekleme ile ve de avam ifadelerle daha populer olmayi zorlasa da benim gibiler de daha az zorlansa okurken. Ha bunun size ne faydasi olacak ,belki hic yok, belki siyasete yolunuz duserse kitlelere hitap anlaminda falan olur.

Sonsuz Us yorumlar yükleniyor...


Yeni Sonsuz Us
Sayfalar: 1 - 2 - 3 - 4 - 5 - 6 - 7 - 8 - 9 - 10 - 11 - 12 - 13 - 14 - 15 - 16 - 17 - 18 - 19 - 20 - 21 -