Bir masada oturmuş tek başıma bira içiyordum. İlk yudum serindi, ferahlatıcıydı. Yazın biranın tadı ne kadar da güzel oluyordu. Bir kalemim, bir defterim ve şairin dediği gibi masaya serdiğim hayatım. Doluyuz. Yorgunuz. Neyse ki bira vardı, zaman esnemişti. Genişlemişti. Geleceğe geçmişe yayılmıştı. Galata Köprüsü akşam üzeri cıvıl cıvıl insan kaynıyordu. Rüzgar balık kokuyordu. Güneş tatlı kızıldı. Gözlüklerim her nedense ağır geldi, çıkardım masaya koydum. Artık her renk daha karışık, her görüntü daha yayvan ve bulanıktı. Bu karmaşıklık içinde bir karaltı bana doğru yaklaştı. Resim büyüyüp netleştiğinde yakışıklı sayılabilecek genç bir adam gördüm.
Genç adam tam karşımda dikilmişti. Önce garson sandığım adam, bana doğru eğildi. Kısık bir sesle "Siz o musunuz?" dedi. Sorunun esrarengizliği karşısında gülümsemeden edemedim. "Hayır o ben değilim."dedim yüksek sesle. Adamın yakışıklı yüzü karıştı. Bakışları çocuksulaştı. "O olmadığınıza emin misiniz?" dedi. Ciddi olduğumu anlasın diye mi bilmiyorum, cevap vermeden önce gözlüklerimi taktım.
Temiz giyimli bir gençti. Saçları kabarıktı. Acınacak ölçüde zayıftı. Ceketinin tüm düğmeleri iliklenmişti. Bana liseli yıllarımı
hatırlatmıştı. Daha fazla vakit kaybetmeden "Ben o değilim" deyip gözlüklerimi yeniden çıkardım. Genç adam istifini bozmadı. Sandalyeyi çekip karşıma oturdu. Parmağını gözüme doğru sallayarak "Bence o sizsiniz" dedi. Ben normal şartlar altında yapmam gerekeni yapmadım. Belki sarhoşluğum, belki biraz yalnızlıktan sıkılmışlığım, belki biraz
oyun oynamak isteyişim, belki biraz da adamın yakışıklılığı yüzünden "Kuşkunuza göre o ben olmalıyım" dedim. Genç adam kendinden emin bir tavırla bira ısmarladı. Çok eskiden tanışan insanlar gibi, önceden randevulaşmışız gibi, ben onu bekliyormuşum gibi karşı karşıya oturmaya başladık. O an nasıl oldu bilmiyorum -gerçi bildiğim sayılı şey vardır- içime bir korku girdi. Bir yabancıyla oturuyordum. Bu ciddi bir riskti!
Beni bu duygu ve düşünce karmaşasından onun "Ee, nerelerdeydin?" sorusu aldı. Bu kez zorlukla gülümsedim. Başka yapacak bir şey aklıma gelmediği için ve kolay bir şey olduğu için birayı susuz kalmışçasına içtim. "Sen söz konusu olunca hiçbir şey yerli yerinde olmuyor zaten. Ne geldiğin belli, ne gittiğin." dedi. Bakışları sertleşmişti. Bu o dediği her kimse, adamı fena halde gücendirmiş olmalıydı. Tabii böyle bir o varsa. Adamın akli dengesinin yerinde olamayabileceği kuşkusuna kapılmıştım artık. Benim bu yaptığıma bakılırsa bende de bir sorun vardı. Esasında ben, kendim dahil etrafımdaki insanların çoğunun hasta olduğunu hep düşünmüşümdür. Hastalık mastalık bir yana adam hala bacak bacak üstüne atmış karşımdaydı. Korkudan ve çaresizlikten bira içmeye devam ettim. Kimbilir belki son biramı içiyordum. Ah taş kafam, ah bari aylaklık ettiğim zaman başımı belaya sokmasam ne olurdu.
Bir elini çenesinin altına koydu. Diğer eli fıçı bardağının kulpundaydı. Gözlerini gözlerime dikti. Kırgın bir sesle "Mutlu musun bari?" dedi. Ne diyeceğimi bilemiyordum. Gözlerimi kaçırınca "Ne arıyorsun, aradığın ne?" dedi öfkeli. Küçük, yeşil derili defterim masada açıktı. Yazılmayı bekliyordu. Beni o sanan bu genç adam cevabımı bekliyordu. Ben de adamın gitmesini bekliyordum. Ellerini birbirine kenetledi. Kafasını masaya doğru eğdi. Saçları karaydı. Dağınıktı, ıslaktı.
Yanakları bir çocuğunki gibi kırmızıydı. Nasıl oldu anlamadım -gerçi anladığım sayılı şey vardır- bir anda içime yumruk yumruk şefkat aktı. Bir şeyler yapmak istedim. İçtenlikle bir şeyler yapmak ama yapamayacak kadar da korkuyordum. Üstelik başım dönüyordu, midem de bulanıyordu. Defterimdeki şu cümleleri farkında olmadan okuyordum;
"Ne güzel şiir okurdun. Sanki senden önce aşk yoktu, sen söylemeden önce kimse ölmeyi istememişti ve sen söyledin ya savaş gerçek oldu."
Şair Büyük'ü düşünerek yazmıştım. Şiirleri, varsa imkan şairlerinden dinlemeli insan. Şiirin ruhunu ancak o zaman hissedersin. Ancak o zaman duyarsın şiiri.
"Susuyorsun" dedi ben tam duymakla ilgili düşünürken, ne tesadüf diye şaşırdım. Bunu paylaşacak kimse olmadığı için üzüldüm. O, defterimi eline aldı. Okumadan karıştırdı. Birden ağır bir yükten kurtulmak istermişcesine masaya fırlattı. Benim söyleyecek hiçbir sözüm yoktu. Zaten bu masaya, söz söylemeyeyim diye oturmuştum. Herkesi, kendimi, balıkçıları -az sonra Karaköy'ün balıkçıları, martılara balık ziyafeti çekeceklerdi- seyretmek için gelmiştim. Saat akşamın sekizine geliyordu ve tanımadığım, beni tanımadığını bildiğim, beni "o" sanan biriyle oturuyordum. Kimdi bu "o"? Soramamak da sinirime dokunuyordu. Bu sinirlilik yüzünden "Ben zaten hep suskunumdur" dedim. Acayip bir şey
oldu. Adam gülümsedi. Gülümseyince sanki yüzü de aydınlandı. Sanki tanır gibiydim artık onu. Dünyadaki herkes çok iyi, tüm insanlar, hayvanlar ve doğa birdi. Bu düşünceden çok bir his olarakkendiliğindan akıyordu. Her şeyi, herkesi seviyordum. Bu hislerle ağlayacak oldum. Hatta gözlerimden birkaç damla yaş aktı. Ama kendimi çabuk toparladım. Yahu adam, beni şu masada kurşunlayacak olsa dedektifler neye kurban gittiğimi bile çözemeyeceklerdi. Beni ve
katilimi önce sevgili sanacaklardı, yaptıkları araştırmada olmadığımızı anlayınca - ki bundan da asla emin olamazlar- muhtelif sebepler üzerinde duracaklar ama asıl sebebi öğrenemeyeceklerdi. Çünkü genç adam beni "o" sanmıştı. Belki de ben, "o"ydum. Belki de ben, "o" olduğumu hatırlamıyordum. Hatta çıkardığım gözlükleri, "o" olup olmadığımı anlamak için, kendim için takmıştım. Hatta abartmıyorum, korkuturum diye Dali gibi gözlerim yuvasından fırlamış gibi bakmıştım. Bana gülümsemişti. Her şey aydınlanmıştı. İnsanları sevdiğimi hatırlamıştım. Gülümsemekle de yetinmeyip daha önce duymadığım bir mani okumuştu.
"Ne güzel gelirdin,
Ayağında bir çift şıpıdık terlik!
Her gece bir taş üstünde yatar da
içinden şıpıdık terlik geçen kırmızı noktalı hayaller kurarım,
tam o anda seksenine merdiven dayamış
canım ninemin 'doktorum reçeteme yazdı' dediği, ortopedik
terlikleriyle uyanırım."
Güneş batıyordu. İstanbul'un gerdanına yerleşik Süleymaniye Camisi'nin silueti kızıllar içinde kararıyordu. Martılar neşeli çığlıklarıyla denize atılan balık kafalarını yemeye başlamıştı. Denize dalışlarında, yiyeceklerini almalarıyla çıkmalarında, dairesel hareketlerle birbiri ardı sıra kanatlanmalarında nasıl bir tören vardı çözemiyordum. Sonra
defterime çok iyi yaparmışım gibi bir martı resmi çizdim. Sonra biram bitti. Sonra masada iki boş bardak kaldı. Sonra garsona seslenmek için elimi kaldırdım. Sonra Süleymaniye'ye doğru gittikçe ufalan ince bacaklı bir adam gördüm. Sonra adam kızıllık içinde gittikçe eriyordu. Sonra bilmem neden -çünkü bildiğim sayılı şey vardır- içime çok garip
bir sıkıntı çöktü. Sonra peşinden koşmak istedim. Sonra yakalasaydım eğer, "o" ben olmadığım için özür dileyecektim.
2009/Ağustos
Marsseh -- 19.05.2011 - 16:32
Dali gibi açılan gözlerden, şıpıdık terliğe...çok beğendim sevgili ned...ve cidden ne güzeldir yaz birası...günün hafif sonlarına doğru bardağın üzerindeki buğuyla, ne güzeldir...
xenix -- 22.05.2011 - 20:26
Çocuk böyle biri miydi?
xenix: Takiplerim
ned -- 22.05.2011 - 20:31
Sevgili sanatçımızın beğenisi yanak kızarttı. Sağol varol Marsseh...
Evet xenix, aynen böyle hoş bir tipti :D
xenix -- 22.05.2011 - 20:33
Elbette Marsseh, harika bir sanatçıdır. Fakat çizim ona ait değil.
Gamaro'ya ait...
xenix: Takiplerim
ned -- 22.05.2011 - 20:37
Ben teşekkürü yorum için yapmıştım. Resim konusuna gelince ise gamaro, iyi bir görücüymüş demek ki.. Döndüğüne göre bazı sözlerini yerine getirmesini bekliyoruz. Duyurulur ;)
Marsseh -- 23.05.2011 - 18:17
ve....kızarmış yanaklara mahcubiyetle kızaran yanakları eşlik eder Marsseh'in:) güzel sözlerin için ben teşekkür ederim Ned'cim ve öykü cidden çok iyi:)
mor -- 19.05.2012 - 08:05
Çok güzel...
Peyote daha çok yaz :)
Stalker -- 19.05.2012 - 09:48
Peyote oykuyu cok guzel yazmissin, yasamis olmasi da ayri bir guc katiyor .
peyote -- 19.05.2012 - 18:15
Mor ve Stalker, teşekkür ederim. Hikayedeki karakter özümden bir parça ama olay kurgudan ibaret :)