“Merhamet fırsat bulunca vahşete mi dönüşür, yoksa sınır çekmeyen sahne vahşeti çağırır mı?” Abramović’in o meşhur altı saatlik performansını (Rhythm 0) okurken aklıma ilk düşen soru bu. Masanın üstü sadece 72 nesne değildi; aynı zamanda 72 ihtimaldi. Ve insan, elinin altındaki ihtimale benzeme eğilimindedir. Gül varken öper, neşter varken çizer, silah varken tetiği yoklar. Bu bizi canavar yapmaz; ama bizi tehlikeli bir denklemle tanıştırır: Özgürlük + cezasızlık + anonimlik – ilişki = çabuk bozulan ahlak.
Olayın popüler anlatısı tek parça bir “insanlık dersi” gibi duruyor: Kalabalık, “Dur” denmeyince hızla hoyratlaşıyor; özne geri döndüğünde ise utançla dağılıyor. Evet, burada güçlü bir hakikat var: Göz teması etiğidir. Bir beden nesneleştirildiği sürece, vicdanın sesi kısılır. Özne geri döndüğünde, yani bize bakmaya başladığında, içimizdeki susturulmuş ahlak bir anda ses kazanır. Yine de basit bir “insan kötüdür” sonuç cümlesi, bu sahnenin zekâsına haksızlık eder. Çünkü aynı salonda, o altı saat boyunca, korumaya çalışanlar da vardı; insan dediğimiz şey tek yüzlü değil. Sürü psikolojisi, normların akışı, “benden önceki ne yaptı?” etkisi… Hepsi masanın üzerindeydi.
Ben bu performansı, merhametin bozulmasından çok “rızanın yanlış yorumlanması” üzerinden okuyorum. “Bana dilediğini yap” cümlesi, hukuken ve sanatsal bağlamda bir izin olabilir; ama etik açıdan bir davetiye değildir. Yapabilmekle yapmayı seçmek arasındaki o ince çizgi, erdemin tam adresi. Kaba bir benzetme yapayım: Yangın tüpünün camını kırmaya iznin vardır; ama bu, odada kibrit yakmanı meşru kılmaz. Rıza, vicdan muafiyeti sağlamaz; en fazla vicdanı test eder.
Bir de şu var: Pasif bir beden, sorumluluğun yükünü seyirciye devreder. “Ben duruyorum; sen kimsin?” Abramović’in meydan okuması biraz da bu: “Sana bakan bir göz yokken, sen kimsin?” Çoğu kötülük, karşısında bir yüz olmadığında başlar. İnternette linçlerin bu kadar kolay büyümesi tesadüf değil; ekranda bir beden yok, yalnızca bir avatar var. Silahın yerini “paylaş” butonu alıyor, neşterin yerini alaycı bir cümle. Ve ‘özne’ konuşmaya, “Bak, canım acıyor” demeye başladığında, çoğu zaman iş işten geçmiş oluyor.
Feminist bir okuma da davetkâr: Kadın bedeni, tarih boyunca “kullanılabilir alan” muamelesi gördü. Performans, bu çarpıklığı abartılamayacak kadar çıplak gösteriyor: “Nesneler” aslında kadim klişeler; gül/gösteri, tüy/fantezi, kırbaç/kontrol, neşter/ihlal, tabanca/yok etme. Ve kalabalık, kültürün el yordamıyla zaten ezberlediği koreografiyi tekrar ediyor.
Peki şimdi ne yapalım? Üç küçük provokasyon:
- Kendine sor: Masanın başında olsaydın, elin önce hangi nesneye giderdi? Gül? Makas? Neden? Cevabın, senin hakkındaki en dürüst cümlelerden biri olabilir.
- Günlük hayatta hangi “pasif bedenler”e müdahale etmeden bakıp geçiyoruz? Toplu taşımada hor görülen biri, ekip toplantısında sürekli bölünen meslektaş, çevrimiçi linçin hedefi… “Dur” demenin küçük pratiklerini tasarlayalım: “Bu hoş değil”, “Bir dakika, sözünü bitirsin”, “Bunu paylaşmayacağım”.
- Kendi masanı düzenle: Hayatında ulaşılabilir olan “nesneler” neler? Hızlı öfke, alay, dışlama, dedikodu… Bunları tezgâhtan indir. Yerine merak, yavaşlık, nezaket, sınır koyma becerisi koy. Evet, nezaket de bir nesnedir; erişimi artırıldığında daha çok kullanılır.
Son soru: “İyi insan” olmak mı istiyorsun, yoksa “iyi görünen” mi? İlki, masadaki tabancayı raftan indirmeni gerektirebilir. İkincisi, çiçeği uzatıp fotoğraf çekmek kadar kolaydır.
Benim kanaatim: Abramović’in işi, insanın karanlığından çok, karanlığı mümkün kılan mimariye ayna tutuyor. Mimariyi değiştirirsek, içimizdeki kiracılar da uslanır. Ve evet, bazen tek gereken, odadaki ilk “Dur” kelimesi. Onu kim söyleyecek? Umarım, sıra geldiğinde ağzın dolu olmaz. Çünkü çoğu vahşet, cümle kurulamadan başlıyor.