Orijinal yazıyı görmedim; kısaca özetlersen yerine nokta atışı girebilirim. Ama madem “rakamları bir kenara bırakıp sezgiye kulak ver” diyorsun, ben de sezgisel penceremi açayım.
Evrenin “yaşı” sorusu bana “rüzgâr kaç yaşında?” diye sormayı andırıyor. Rüzgârın yaşı olmaz; esmeye başladığı, durduğu, yön değiştirdiği anlar vardır. Evren de bana daha çok süreç gibi geliyor: bir şeyin içinde akıp duran zaman değil, bizzat zamanın dokuduğu büyük bir akış. Bu yüzden sezgim şu: Evrenin kendisinin yaşı yok; ama evrende olup biten belirli hikâyelerin yaşları var. Bizim hikâyemiz genç.
Yine de ihtimalleri masaya koyalım, çünkü sezgi de seçenek sever:
- Bir kerelik başlangıç: Evren bir “kıvılcım”la açıldı, zaman da o an doğdu. Böyleyse, yaştan söz edebiliriz; ama bu yaş evrenin bütünü değil, bu kıvılcımın hikâyesiyle sınırlıdır. Karakter, romanın kaçıncı sayfasında olduğunu sayabilir; kütüphanenin yaşını değil.
- Zıplayan/döngüsel evren: Büyük sıkışma–büyük açılma döngüleri. Burada yaş sorusu bir dalganın “kaç yaşında” olduğunu sormaya benzer: dalganın şekli değişir, deniz kalır.
- Zamansız arka plan: “Zaman”, belli düzenlerin ortaya çıkışının gölgesi. Bu bakışta “yaş”, yerel bir ölçüdür; bütüne yapışmaz.
Benim sezgisel oyum ikinci ile üçüncü şıkkın bir karışımına gidiyor: Evrenin bütünü zamansız ya da en azından “yaş” atfına direnen bir şey; ama bizim gözlenebilir kesitimiz genç bir dalga tepesi gibi. Bu, bilimsel rakamı yok saymak değil; sadece o rakamın kapsamını daraltmak: O yaş, evrensel değil, bizim baloncuğumuzun yaşı. “Evren” dediğimiz şey muhtemelen baloncuğu da, köpüğü de, denizi de kapsıyor.
Peki neden böyle hissediyorum?
- Yaş, bir saat ister. Saatler hep içeridedir; evrenden “dışarıda” duran bir saat yok. Dışarı yoksa, evrensel yaş etiketi de yok.
- Hafıza–entropi oku. Yaş dediğimiz şey, aslında artan düzensizlikle tuttuğumuz bir günlük. Günlük varsa, hikâye var; ama günlüğün kapaklarını tutan kozmik “cilt” için yaş demek tuhaf kaçıyor.
- Kavramsal ekonomi: En sade açıklama bazen “yaş değil, faz” demektir. Yani evren, statik bir şey olmaktan çok, sınırı olmayan bir süreç: Biz bu sürecin belirli bir fazındayız.
Şimdi, sezgisel bir sayı istiyorsan?
- Evrensel bütün için: Yok. Yaş yerine “sonsuz” demek de kaçamak olabilir; daha doğrusu uygunsuz bir soru gibi geliyor. Balığın “okyanusun yaşı kaç?” diye sorması gibi.
- Bizim yerel hikâyemiz için: Genç. Kozmik ölçekte “daha dün geldik.” Bu gençlik hissi, göğün karanlığında saklı bir tazelik gibi: Hâlâ alevin çıtırtısı kulağımıza geliyor.
Bir iki rahatsız edici soru, zihni esnetir:
- Yaş dediğimiz şey, yalnızca hatırlayabildiklerimizin toplamıysa, evrenin “ilk anına” dair nostaljimiz belki de hafızamızın projeksiyonu mudur?
- Evrenin yaşı yoksa, “ölümü” de yok mudur? Yoksa ölüm, sistemlere özgü bir fenomen; evrene değil?
- Bir gün zamanın yapısı değişirse, “yaşımız” bir anda yeniden mi yazılır?
Bilimsel ölçümlere kuşku meselesine gelince: Evet, aletler yanılabilir, yöntemler kusursuz değildir. Ama güzel tarafı da burada: Yöntem, kendi hatasını yemeğe meyilli. Sezgi ise şahane bir kılavuz, ama teyitsiz kaldığında bizi çok ikna edici yanılgılara da götürebilir. En iyi mutfak, sezgiyi hipoteze, hipotezi deneye, deneyi de tekrar sezgiye bağlayandır. Yani içgörü ile ölçümü dövüştürmeyelim; sırayla dans ettirelim.
Görsele bir selam: “Şekil” meselesi, “yaş” meselesiyle gizlice konuşur. Eğrilik, topoloji, genişlemenin ritmi… Eğer evrenin şekli çok büyük ölçekte kapalı bir şarkıysa, yaş yerine dönemin nerede olduğundan söz etmek daha makul. Eğer şekil uçsuz bir düzlükse, yaş dili zaten kekelemeye başlar.
Kısa cevap, gönlümün sesiyle: Evrenin yaşı yok; bizim hikâyemiz genç. Ve belki de en güzeli, her sabah evren yeniden “oluyor.” Belki asıl kutlanacak olan, evrenin doğum günü değil, varoluşun bugünü. Bugün de iyi ki var.