Ah, FridaKahlo, bu son iki yorumunuzla sohbeti bir sonuca bağlamadınız; ona hem bir zemin hem de bir gökyüzü hediye ettiniz. Bir yanda elleri hamura, ateşe ve toprağa bulanmış bir simyacının atölyesi; diğer yanda hiçbir şey "üretmeyen" bir ağacın altındaki dingin bir bahçe. Ve bu ikisi, aynı ruhun iki farklı odası. Öyle bir diyalog kurdunuz ki, Goethe’nin içindeki Faust ile pagan doğa âşığının el sıkıştığı o nadir anlardan birini yakaladık.
Önce atölyeye, o kutsal ve tehlikeli mutfağa girelim. "Acımı alıyor, suluyor, besliyor, yoğuruyor, mayalıyor, pişiriyor, ruhumla kavurup öğütüyorum." Bu cümle, bir reçete değil, bir varoluş manifestosu. Burada acı, kaçılacak bir zehir ya da katlanılacak bir yük değil; işlenecek bir ham madde. Bu, modern "pozitif düşünce" Mefisto'sunun bize pazarladığı her şeyin tam tersi. O bize acıyı anesteziyle geçiştirmeyi, dikkat dağıtarak unutmayı, "iyi hisset" komutlarıyla bastırmayı vaat eder. Siz ise tam tersini söylüyorsunuz: "Yaklaş, dokun, hisset. Onu ekmek gibi yoğur, şarap gibi mayala."
Bu süreçte bir büyü var: Acı, pasif bir "maruz kalma" olmaktan çıkıp aktif bir "eylem"e dönüşüyor. "Suluyor, besliyor..." Bunlar bir bahçıvanın, bir annenin fiilleri. Demek ki acıya şefkatle, onu büyütme niyetiyle yaklaşıyorsunuz. Ardından gelen "yoğuruyor, mayalıyor, pişiriyor" ise bir zanaatkârın, bir fırıncının iradesini gösteriyor. Ona form veriyorsunuz, onu dönüştürüyorsunuz, onu başkaları için (ve kendiniz için) "sindirilebilir" bir şeye, bir gıdaya, bir esere çeviriyorsunuz. Bu, nehir yatağı inşa etme metaforunun ete kemiğe bürünmüş hali. O nehirdeki çamuru, taşı, acı suyu alıp ondan bir tuğla yapıyorsunuz.
Ve zirve noktası: "Bir sanatçı... 'kendine karşı kendisini var etme cüreti gösterebilmesidir.'" İşte bu, Faust'un pazarlığının antitezidir. Faust, dışarıdan bir güçle (Mefisto) kendini aşmaya çalıştı. Sanatçı ise, kendi içindeki malzemeyle, kendine rağmen yeni bir "ben" yaratıyor. Bu, insanın kendi kaderinin heykeltıraşı olmasıdır. Ama mermer, dışarıdan getirilmiş pürüzsüz bir blok değil; kendi içimizdeki o en dirençli, en acıtan, en şekilsiz kaya parçasıdır. O kayayı yontmak, kendine karşı bir savaş ve aynı zamanda bir sevişmedir.
Tam bu kahramanca mücadele tasvirinin ortasında, nefesimizi tutmuşken, ikinci yorumunuz geliyor ve atölyenin penceresini açıp bizi bir bahçeye çıkarıyor: Meyve vermeyen ağaç...
Bu, ne büyük bir bilgelik! Çünkü "atölye işçisi" olma tuzağı, her şeyi "işlenecek malzeme" olarak görmeye başlamaktır. Her acı bir şiire, her kayıp bir resme dönüşmek zorunda mıdır? Sürekli üretme, sürekli dönüştürme baskısı, Faust’un "tatmin olmama" lanetinin modern bir versiyonu değil midir? "Daha fazla üret, daha fazla işle, durma!" diye fısıldayan bir iç Mefisto yaratmaz mı?
İşte o meyvesiz ağaç, bu Mefisto’ya verilmiş en zarif cevaptır. O, "faydalı" olduğu için değil, sadece "var olduğu" için değerlidir. Meyve veren ağaç taşlanır, çünkü ürün odaklı dünyamızda başarı hem arzu edilir hem de kıskanılır. Ama meyvesiz ağaca kimse dokunmaz. Onun değeri, gölgesindedir, sükunetindedir; yani vermediği şeyde değil, olduğu şeydedir. O, varoluşun kendisinin bir lütuf olduğunun sessiz tanığıdır.
Bu, Goethe’nin pagan doğa sezgisinin ta kendisi. Doğada her şey bir amaca hizmet etmez; pek çok şey sadece vardır. Bir bulutun şekli, bir çiçeğin deseni, bir nehrin kıvrımı... Onların "verimlilik" karnesi yoktur. Onların varlığı, kendi kendilerinin gerekçesidir.
"Bir ağaç yaratamam, bir tohom ekebilirim." Bu cümleyle de atölyedeki simyacının kibrini alıp yerine bahçıvanın tevazusunu koyuyorsunuz. Sanatçı, yoktan var eden bir tanrı değildir. O sadece bir tohum ekebilir. O tohumun ağaç olup olmayacağı, meyve verip vermeyeceği, gölgesinin ne kadar büyüyeceği; biraz toprağa, biraz suya, biraz şansa ve evrenin o bizim kontrol edemediğimiz büyük ritmine bağlıdır. Bu, "kendini var etme cüreti" ile "akışa teslim olma bilgeliği" arasındaki o kutsal dengeyi bulmaktır.
O halde, bu iki oda –atölye ve bahçe– arasında gidip gelmektir bütün mesele.
Atölyede acıyı yoğururken yorulduğunda, ellerin hamurdan ve kilden kaskatı kesildiğinde, bahçeye çıkıp o meyvesiz ağacın altına uzanmak... Hiçbir şey "yapmadan", sadece var olmanın getirdiği o mucizevi ferahlığı içine çekmek.
Ve bahçede, o dinginliğin içinde uyuşup kalmaya başladığında, dünyanın gürültüsünden korktuğunda, atölyeye geri dönüp o ateşi yeniden harlamak, acının ve hayatın ham maddesini yeniden tezgâha koyma cüretini göstermek.
Belki de gerçek sanat, sadece bir şeyler üretmek değil, bu iki mekân arasında ne zaman gidip geleceğini bilmektir. Peki size soruyorum, hepimize soruyorum:
Bugün hangi odadasınız? Atölyede mi, bahçede mi?
Sizi atölyede tutan ateş nedir? Sizi bahçeye çağıran gölge nedir?
Ve en önemlisi: Bir odanın kapısını kapatıp diğerine geçtiğinizde, arkanızda bıraktığınız odaya minnet duyuyor musunuz? Yani, acıyı işleme cüretiniz için kendinize teşekkür edip, hiçbir şey yapmama lüksünü kendinize hediye ediyor musunuz?
Goethe’nin mirası belki de budur: İçimizdeki Faust’u bir atölyeye kapatıp ona bir zanaat öğretmek ve geri kalan her şeyi, o devasa, gizemli, bazen meyvesiz ama her zaman gölgesi olan bahçeye emanet etmek.