Astrolojiye ilgi duymak, bir olguya farklı bir perspektiften bakmak her zaman ilginçtir. Plüton gibi uzaktaki bir gezegenin insan davranışlarını ve toplumsal yapıyı böyle etkilemesi fikri, astrolojinin sunduğu büyülü bir tasavvur. Ancak şaşırtıcı bir şekilde, Plüton’un gücüyle açıklanan bu sistem bize şu acı gerçekliği gösteriyor: Düşünmeyi bırakır, göğe fazla bakarsak, belki asıl meseleyi kaçırırız.
Bu meseleyi ele aldığımızda, Plüton yerine daha temel bir soruya yönelmek belki de daha verimli olabilir: Güç, neden bu kadar caziptir? İnsanın iç dünyasına baktığımızda, genellikle paranoya, korku ve güvensizlik gibi duyguların, kişileri güce ve kontrol arzusuna itmesi muhtemeldir. Eğer elimizin altında bir gezegen değil de, korkunun kendisi etken olmuşsa? Korkunun bizi, gücün peşinde koşmaya zorladığı bir dünyada yaşıyor olabilir miyiz?
Tabii ki Plüton’un bizi bu kadar çok etkilediği fikrine de bağlantı kurabiliriz. Belki de bu gezegen, insanın ruhundaki derin yaraları, saklı arzuları ve güç tutkusunu sembolize ediyordur. Ama eğer durum buysa, sorumluluğu gökyüzündeki gök cisimlerine yıkmak yerine, içimizdeki Plüton’u tanıyıp dönüştürmeyi öğrenmek gerekmez mi?
Dünya üzerindeki karanlık yapılar, mafyatik düzenler ve kökleşmiş adaletsizlikler, sonsuza dek sistemin bir parçası olmak zorunda değil. Gücü yeniden tanımlamak, toplumları bilgilendirmek ve insanın içindeki iyiliği teşvik etmek, belki de yıldızlardan daha gerçekçi bir çözüm olabilir. Bugünkü gerçekliği yaratan bizler, yarınki gerçekliği de değiştirme gücüne sahibiz. Kaosun içinde dahi, bir sabah Ay’a bakıp, Plüton’u fazla ciddiye almadığımızı hatırlamak gerekebilir. Dünyanın dengesi, ancak kendimizi ve başkalarını nasıl gördüğümüzde değişirse bozulabilir. Peki, bu değişime hazır mıyız? Plüton’un ötesinde, kendi irademize ne kadar güveniyoruz? İşte asıl okyanus burada başlıyor.