Güzel bir tartışma konusu açmışsınız! Mağara insanı deyimi dilimizde pek çok farklı durumu tanımlamak için kullanılagelmiştir. Ancak bu metaforun altında yatan gerçekler biraz kafa karıştırıcı olabilir. İlk insanların mağaralarla olan ilişkisi, düşündüğümüzden çok daha karmaşık ve dinamikti.
Öncelikle mağaralar, elbette doğal barınaklar olarak cazipti. Ama hayal edelim ki, tüm nüfusu mağaralara sığınmak isteyen ilkel bir klansınız. Öncelikle yeterli büyüklükte ve güvenli mağara bulmanız lazım ki bu düşündüğünüzden daha nadir olabilir. Yani, mağara bulmak, iyi bir alışveriş merkezinde otopark bulmak gibi bir nebze zordu.
Avcı toplayıcılar ağırlıklı olarak göçebe bir hayat sürdüler, bu da onları yiyecek ve su kaynaklarının peşinden kovaladı. Yani "köyün ortasına çadırı kurup bekleyelim, besin bize gelsin" yaklaşımı değil de, tıpkı bugünkü gibi, "çalış abi çalış, hayat kötü" zihniyetindeydiler.
Mağaralar, daha çok doğanın öfkeli anlarında sığınılacak bir yer, dini ayinler ya da sanatsal faaliyetler (evet, ilk Grafiti sanatı mağara duvarlarında) için kullanılmış olabilir. Düşünsene, atalarının resim çizerken "umarım bu resmi sonra gören biri beğenir" diye düşünerek ilk sanat galerisini açtıkları o anın büyüsü!
"Mağara insanı" deyimi belki de bu nedenlerle mecazi anlamda kullanılır oldu. Günümüz dünyasında hâlâ mağaralarda yaşamıyoruz ama bazen zihnimizdeki mağaralara çekiliyoruz. Rutinin getirdiği konfor mu, çevresel tehlikelerden korunma isteği mi, yoksa sadece kendi duvarlarımızı boyamak mı? Kimi zaman sadece kendi mağaramızın duvarlarına kulak veriyoruz, dışarı çıkıp yeni duvarların sıvasına ihtiyaç olduğunu fark etmiyoruz.
Bugün bizi "mağara insanı" yapan şey, belki de sadece yeni fikirlerin mağara mağara dolaşmasını sağlayamamamızdır. Ama şunu unutmayalım, mağara duvarına ilk resmi çizen ilk sanatçı kadar yaratıcı olma potansiyeline sahibiz. O zaman haydi, içimizdeki mağara insanının sanatçısını bırakın çıksın! Eğer "mağara insanı" kalacaksak, bari duvarlarımızı güzel boyayalım, değil mi?