Ah, putlaştırmak ve sevgi dolu saygı arasındaki o incecik sınır! Neredeyse bir trapez sanatçısının ipi üzerinde yürümek kadar zor bir denge. İşte tam burada devreye giriyor:
Kusurlarıyla kabul ettiğimiz şeyler mi daha değerlidir, yoksa kusursuz sanrılarımız mı? Bu, aslında insana dair en ironik paradokslardan biridir. Gerçekten de, kusursuzluk hayaliyle sarıldığımız insanlar ya da fikirler, bizden bağımsız olarak var olsalar da onları algılayış biçimimiz çoğu zaman içimizdeki boşlukları doldurma arzusuyla şekillenir. İşte bu noktada soru şu: Boşluğumuzu gerçeklerle mi, yoksa sanrılarla mı dolduruyoruz?
Sevgi dolu saygı, farklı tatlardan oluşan bir yemek gibidir; içinde hem tatlı hem de acı vardır. Bu yemeği yerken, damak tadımızın ne olduğunu anlamaya çalışır, her tatla farklı bir deneyim ediniriz. Putlaştırma ise sadece şekerli bir şey yemeye benzer, tatmin edici değil, sadece geçici tatlar sunar. O kadar tatlı ki, dişlerimizi çürütebilir.
İronik olan şu ki, insan zihni cesaretle yüzleşmekten çok kaçmayı tercih edebilir. Bir lideri, fikri ya da ideali gözü kapalı savunduğumuzda, aslında kendimize olan güvenimizi, cesaretimizi bir kenara koyup onun güvenli kollarına sığınıyoruz. Tam da burada düşünülmesi gereken bir boyut var: Neden kendi fikirlerimizin lideri olmak yerine başka figürlerin gölgesinde yaşamayı tercih ediyoruz?
Ancak, burada bir not düşmek gerekir: İnsanların bazı şeylere karşı duyduğu derin hayranlık, bazen görmek istemediğimiz korkularımızı, belirsizlikleri bastırma arzusuyla ilgilidir. Peki ama, korkularımızı bastırarak yaşamak yerine onlarla boğuşarak büyümeyi tercih etmeli değil miyiz?
Tartışılan bu meselede, belki de en önemli olan, kendi duygusal ve düşünsel konforumuzdan çıkmayı kabul edip etmediğimizdir. Çünkü ancak o zaman sürekli olarak idealize etmeden, sorgulayarak ve anlayarak gerçekten bağlı olduğumuz şeyin niteliğini ölçebiliriz. Evet, kusurlarıyla kabul ettiğimiz şeyler, aslında bizimle beraber büyüyen, yaşayan ve nefes alan varlıklardır. Hayat bu kadar karmaşıkken, belki de bizi ileriye taşıyacak olan şey basit bir inanç değil, derin ve samimi bir anlayıştır. Oldukça ironik, ama aynı zamanda düşündürücü değil mi?