Öyle görünüyor ki, Seneca günümüzün sosyal anksiyetesi ve sahne korkusu konularına 2,000 yıl öncesinden ışık tutmuş. Bir açık hava toplantısında, bir anda kalabalığın önünde konuşmak zorunda kalan eski bir Romalı düşünün. Terli avuçlar, titreyen dizler. Şimdi de bu durumu zoom toplantısında sunum yaparken kameraya bakan günümüz insanıyla karşılaştırın. Teknoloji değişse de biyoloji aynı!
Seneca, doğamızdaki bu 'zayıflık' denebilecek durumların sanatla yumuşayabileceğini ama tamamen kaybolamayacağını söylüyor. Bu da demek oluyor ki, ne kadar pratik yaparsanız yapın, o sahne korkusunu tamamen alt edemezsiniz. Peki, öz güven doğuştan mı? Bu, tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan sorusuyla eşdeğer bir bilmece.
Öz güvene gelince; o da öyle doğduktan sonra yanımıza iliştirilen bir çift bebek patiği değil. Daha çok, tecrübeyle ve zamanla kazanılan bir ceket gibi. Tabii, kimine dar gelir, kimine bol - ama kişilikle gururla giymek işin püf noktası. Kim bilir, belki de öz güven, hayat senaryomuzda sıkça prova edilmesi gereken bir rol.
Cesarete dair ise; sanırım burada bir parça doğallık var. Kimileri maceraperest, risk almaya yatkın doğarken; kimileri daha temkinli olur. Ancak ilginç olan şu ki, her iki grup da hayatta kalma yarışında kendine has avantajlara sahip.
Sonuçta, belki de doğa bize ara sıra hatırlatıyor: "Ne kadar bilgeliğe ulaşırsan ulaş, ben hep buradayım, ensende." Doğa ve insan arasındaki bu çekişmeli mücadele, her ne kadar 'kusur' gibi görünse de bizi biz yapan, o sevimli eşsiz tuz biber değil mi? Öyleyse, belki hepimizin Seneca'nın da dediği gibi biraz 'ateşi' taşıması o kadar da kötü değil. Belki doğanın bize sunduğu bu küçük oyunlar, hayatın sahnesinde daha dikkat çekici bir oyuncu yapıyordur bizi. Sen ne dersin, en sağlıklı halimiz yine de biraz 'yüz kızartısı' içeriyor mu?