Birinci Dünya Savaşının ertesinde Stanford Üniversitesinde Psikoloji Profesörü Lewis Terman, tarihteki en ünlü psikolojik araştırmalardan birini başlattı.
Terman’ın uzmanlık alanı zeka testleriydi. Sonraki 50 yıl boyunca dünya çapında milyonlarca kişinin gireceği Stamford Binet IQ testi onun eseriydi. Terman üst üste IQ testlerine tabi tuttuğu 250.000 ilk öğretim ve lise öğrencileri arasından, IQ’ su 140-250 arası olan 1457 çocuğu seçti ve kalan hayatında bu dahileri anaç bir tavuk gibi kolladı, gözetti, testlere tabi tuttu ve iş, aile, sağlık, her yönden izledi. Tüm bulgularını ‘Dehanın genetik araştırması’ adını verdiği kalın kırmızı ciltlere kaydetti. Ahlak hariç, ‘Birey için hiçbir şey IQ’su kadar önemli değildir.’ diyordu Terman. Seçtiği kişilerin olağanüstü başarılı olacağına, Amerika’nın gelecekteki kaymak tabakasını oluşturacağına inanıyordu.
Bugün bile Terman’ın fikirleri başarı anlayışımızın merkezini teşkil eder. Okullar yetenekli çocuklar için ayrı programlar uygular. Üniversitelerin çoğu zeka testine göre öğrenci kabul eder. Google, Microsoft gibi şirketler adayların kişisel yeteneklerini ölçer. Hepimiz dahilere hayranızdır. Bir dahinin geride kalmasının imkansız olduğunu düşünürüz.
Fakat bu doğru mu?
IQ skalasının alt tarafındakiler (IQ’su 70’in altında olanlar) zihinsel engelli kabul edilir. Ortalama skor 100 dür ve üniversiteyi bitirmek için bunun biraz üstü gerekir. Nispeten iyi bir mastır – doktora 115’in üstünde mümkündür. Genel olarak skorunuz ne kadar yüksekse o kadar daha iyi eğitim alırsınız, muhtemelen daha çok kazanırsınız ve ister inanın ister inanmayın, daha uzun yaşarsınız.
Ama bir dereceye kadar.
Başarı ile IQ arasındaki ilişki bir noktaya kadar doğrusaldır. Fakat 120 den itibaren IQ’ nun daha yüksek olmasının gerçek dünyada bir avantaj yarattığı söylenemez. IQ’su 170 olan birinin düşünme kapasitesi 70 olandan tabii ki daha iyidir. Ancak nispeten yüksek IQ larda bu farkın pek önemi kalmaz. 130 olan bir bilim adamının Nobel kazanma şansı 180 olandan daha az değildir. Baskette de benzer durum söz konusudur. 1.65 boya sahip birinin profesyonel basketçi olma şansı ne kadar olabilir? Bu düzey oyunculuk için en az 1.80 boy gerekir. Biraz daha uzunsanız daha da iyi. Fakat bir noktadan sonra boyun önemi kalmaz. Mesela gelmiş geçmiş en büyük oyuncu Michael Jordan 1.95 di. Zekada da durum aynıdır. Zekanın da bir eşiği vardır. Nobel ödülü kazanan Amerikalı bilim insanlarına baktığımızda, en iyi birkaç üniversite dışında, genelde orta ile ortanın üstü üniversitelerden mezun olduklarını görürüz. Yale veya Harvard’ı bitiren biriyle Georgetown’u bitiren birinin Nobel kazanma şansı aynıdır. Prof. Barry Schwartz, elit okulların karmaşık öğrenci kabul kurallarını bir yana bırakıp, kura çekmelerini önermişti. Kesinlikle doğru. Nitekim Michigan Üniversitesi dezavantajlı kesimlerden ve azınlıklardan gelen çocuklara ayırdığı kotayla standart altı öğrenci kabul etmektedir. Okul yılları sırasında bu öğrenciler diğerleri kadar başarılı olmasalar da mezun olduktan sonraki hayatlarında ev, aile, iş, yani her konuda standart üstündeki arkadaşlarıyla tıpatıp aynı seviyeye gelmektedirler. Zaten önemli olan da gerçek hayat değil mi? Zeka bir dereceye kadar çok önemlidir. Ondan sonra yaratıcılık, hayal gücü, çalışkanlık gibi pek çok karakter özelliği devreye girer; Tıpkı basketbol oyunculuğunda boyun ötesinde hız, saha hakimiyeti, çeviklik, top tutma becerisi ve atıcılığın gerektiği gibi.
Terman’ın hatası buydu. Deneklerini başka özelliklerine bakmaksızın sadece zeka skalasının %99’una giren grubundan seçmişti. Olağanüstü görünen bu özelliğin aslında ne kadar az önem taşıdığının farkında değildi. Denekler yetişkin olduktan sonra her çeşit ve seviyede kariyer, meslek, gelir ve mevki sahibi oldular. %20 si beklenen başarıya ulaştılar. % 60 ı tatminkar düzeye geldi. % 20 si ise postacı, memur vs veya işsiz olarak yaşamlarını sürdürdüler. Hiç biri Nobel ödülü kazanamadı. Hatta daha sonra Nobel kazanan iki ilkokul öğrencisini (William Shakley ve Louis Alvares) Terman test etmiş ama IQ larını yeterli bulmadığı için gruba kabul etmemişti. Bir başka deyişle Terman dahileri değil de hiç zekalarına bakmadan aynı aile düzeyindeki çocukları rastgele seçseydi sonuç pek değişmeyecekti. Nitekim Terman deneyini şu sözlerle tamamladı: “Zeka ve başarının hiç de birbiriyle alakalı olmadığını görmüş bulunuyoruz.’’
DAHİLERİN SORUNU- II
2008 de Amerikan televizyonlarında yayınlanan “1 e karşı yüz” adlı yarışma programında Christopher Langan adındaki özel davetli bir yarışmacı karşısındaki 100 kişiyi alt ederek 250.000 dolar kazandı.
10 yıldır Chris Langan farklı bir tür ün sahibi. Çeşitli programlara konuk oluyor, dergilerde röportajları yayımlanıyor. Tanımlanması güç bir beyne sahip olduğundan, hakkında bir belgesel film bile çekildi.
Langan’ın IQ testleri ölçülemeyecek kadar yüksek çıkıyor. 6 aylıkken konuşmaya başlamış, 3 yaşında okuma – yazma öğrenmiş, 5 yaşında tanrının varlığı konusunda dedesiyle tartışmaya girişmiş. Okuldayken kitaplara sadece göz gezdirerek sınavlarda en başarılı notları almış, üniversite sınavında tam puan almış.
Chris’in annesinin 4 oğlu vardı. Anlatılmayacak kadar yoksul bir aileydi. Babası terk edip gitmiş, üvey baba ayyaş ve şiddet uygulayan biriydi. Bir şehirden diğerine taşınıp duruyorlardı. Chris üniversiteden burs kazandığı halde, ikinci dönem annesi gerekli bir formu doldurmadığı için bursunu kaybedip okuldan ayrılmak zorunda kaldı. Bir süre inşaatlarda çalıştı. Tekrar üniversiteye başladı fakat kardeşleri arabasını bozduğundan sabah derslerine yetişemiyordu. Dekan’a çıkıp aynı derslerin öğleden sonraki sınıflarına katılmak istediğini söyledi. Başka öğrencilere her zaman sağlanan bu kolaylığı dekan Chris’e tanımadığı için oradan da atıldı. Oysa bütün hayali doktora yapıp akademisyen olmaktı. Yarım kalmış tahsille işçi olarak çeşitli yerlerde çalışırken bile felsefe, matematik ve fizik’le uğraşmaktan vazgeçmedi. ‘Evrenin Bilinçsel Teorik Modeli’ adını verdiği bir tez hazırladı fakat eğitimini unvanı yeterli olmadığından bilim dergilerinde yayınlanma ümidi yok. Böylece, bilinen en üstün zekalılardan Christopher Langan’ın IQ’su ölçülemiyecek kadar yüksek olduğu halde (Einstein’ınki 150 idi) aile, okul, çevreden kaynaklanan bir dizi şansızlıklardan dolayı bugün bir çiftlikte oturmuş, üzüm yetiştirmektedir.
Chris Langan’ın yaşamı insanın yüreğini burkuyor. Annesi formu imzalamadığı için bursunu kaybetmesi, arabası bozulduğu için sabah sınıflarına yetişememesi ve dekanın da onu öğleden sonraki sınıflara aktarmayı reddetmesi ve daha nice şansızlıklar. Halbuki pek çok öğrenci üniversitede ders saatlerini değiştirir durur. Chris’in dekanı ikna edememesinin en büyük sebebi, pratik zekasının yeterli olmamasıydı.
İnsanları sıkıntılı durumlardan laf cambazlığıyla kurtaran, başkalarını kendi isteğini yapmaya ikna eden beceriye pratik zeka denir. Pratik zeka kime neyi, ne zaman, nasıl söyleyeceğini bilmektir. Pratik zekaya sahipseniz bir şeyi nasıl yapacağınızı bilirsiniz ama niye bildiğinizi veya açıklamasını bilmek zorunda değilsiniz. Sadece kafanızda olan mutlak bilgi değil, uygulamaya (pratiğe) yönelik bilgidir. IQ testleriyle ölçülen analitik zekayla aynı olmadığından, birinin bulunması illa ki diğerinin de bulunmasını gerektirmez. Tabi şanslıysanız ikisine de sahip olabilirsiniz.
Pratik zeka nereden gelir? Analitik zekanın nereden geldiğini biliyoruz: ağırlıklı olarak genlerimizden. Ölçüsü IQ dur. Hayatta başını becerme ise bir dizi bilgidir ve öğrenilmesi gerekir. Bu tür tutum ve becerileri de genellikle ailemizden öğreniriz. Bu süreci incelemek amacıyla sosyolog Anette Lareau tarafından yapılan bir deneyde siyah ve beyaz, zengin ve yoksul ailelerden ilkokul üçüncü sınıfta okuyan 12 çocuk seçildi. Her aileye en az 20 defa, saatler süren ziyaretler yapıldı. Deney uzmanları her aile ve çocuğu günlük yaşamları içinde ailenin köpeği gibi izledi ve not aldı. Sanırsınız ki 12 ailenin de yetiştirme tarzı farklıydı: sert aileler, gevşek aileler, ilgili aileler, ilgisiz aileler vs vs. Oysa sonuç çok farklıydı. Yalnızca iki tip çocuk yetiştirme felsefesi vardı ve bunlar sosyal sınıf hattıyla bölünüyordu. Varlıklı aileler çocuklarını bir şekilde, yoksul aileler çocuklarını başka bir şekilde yetiştiriyordu. Varlıklı aileler çocuklarını serbest zamanlarında bir aktiviteden diğerine koşturuyorlar, öğretmenleri, koçları, takım arkadaşları hakkında sorular soruyorlardı. Çocuklarıyla sohbet ediyorlar ve yalnızca emir vermek değil, fikirlerini de alıyorlardı. Otorite durumlarında çocuğun büyüğe karşı çıkmasını, müzakere etmesini, sorgulamasını normal kabul ediyorlardı. Okulda başarısı düşerse çocuk açısından olduğu kadar öğretmenler açısından da sorguluyorlardı sebebini.
Yoksul ailelerde ise okul dışı aktivite neredeyse hiç yoktu. Katılan çocuk da kendi çabasıyla katılıyordu. Otorite karşısında pısıyorlar, suskun kalıyorlardı. Hep geri planda duruyorlardı. Lareau varlıklı sınıfın yetiştirme tarzına ‘ Hedefe Yönelik’ adını veriyor. Bu tarz, çocuğun yeteneklerini, fikirlerini ve becerilerini aktif biçimde geliştirme ve değerlendirme girişimidir. Yoksul aileler ise aksine ‘Doğal Büyüme Stratejisi’ izler. Çocuğun bakım sorumluluğunu üstlenirler fakat kendi halinde büyüyüp gelişmeye bırakırlar.
Lareau, bir yöntemin ahlak açısından diğerinden daha iyi olmadığını vurguluyor. Yoksul çocukları daha terbiyeli, daha az mızmız, vaktini daha yaratıcı biçimde kullanan, bağımsızlık duygusu gelişmiş çocuklar olarak nitelendiriyor. Hedefe yönelik tarzın da pratik anlamda büyük yararları vardır. Çocuk değişik deneyimler kazanır. Takım çalışmasını ve disiplinli durumlarla başa çıkmayı öğrenir. Büyüklerle rahat ilişki kurmayı ve gerektiğinde karşı fikrini dile getirmeyi becerir. Hakkını koruma bilincine sahiptir. Ortamı kendi tercihlerine göre şekillendirir. Aksine, yoksul çocuk olumsuzluklarla karşılaştığında güvensizleşir ve kendi kabuğuna çekilir. Varlıklı çocuk kendisine saygılı davranılmasına alışıktır. Kendisini özel biri olarak büyüklerin ilgi ve dikkatine layık görür. Bu özelliklerin hiçbiri genlerden gelmez. Irka bağlı da değildir. Tamamen ailesinin davranışının, öğretisinin ve teşviklerinin sonucudur. Bir kültür meselesidir. Varlıklı çocuk yalnızca daha iyi okullara gittiği için değil, daha önemlisi ‘hakkım var ve layığım’ duygusunun öğretilmesi dolayısıyla modern dünyada başarılı olmaya daha yatkındır. Yoksul çocuğun otorite karşısında itiraz etmeyi, kendi fikrini söylemeyi ve haklarını kollamayı becerememesi büyük handikap teşkil eder.
Terman’ın denekleri de tamamen dahi çocuklardan seçilmişti. Büyüdüklerinde ortaya çıkan muazzam yaşam ve başarı seviyesi farkının nedenleri incelendiğinde başlıca etkenin yetiştikleri aile olduğu görüldü. En iyi duruma gelenler kitap okuyan, çoğu yüksek okul mezunu, nispeten varlıklı ailelerden geliyordu. En alt seviyedekilerin aileleri yoksul ve tahsilsizdi. En iyiler gelir, kariyer ve mevki üstünlüğü yanında daha çekici, oturaklı, cevval ve iyi giyimliydiler. Bu 4 özellik en alt seviyedekilerle karşılaştırıldığında iki ayrı insan türüne bakıyor gibiydiniz. Hepsi deneye aynı seviyede başlamış, ancak alttakileri çevresi dünyaya hazırlamadığından yitik yetenek olup çıkmışlardı. Bu da bize şunu gösteriyor ki hiç kimse, ne pop yıldızları, ne profesyonel sporcular, ne yazılım milyarderleri ve hatta ne de dahiler tek başlarına başarılı olurlar.
#sıradışı
#dahi
#sorun
#fırsat