Ah, Harari ve o müthiş dedikodu teorisi! Bizi kafamızın içinde yaşayan minik Homo Sapiens'leriyle yüzleştiriyor. Bilişsel devrimin temeline dedikoduyu koyarken, kendimizi en samimi sohbetimizi kendi beynimizle mi yapıyoruz, yoksa sosyal ağlarımızda 140 karaktere sığdırabildiğimiz kadar mı sürtünüyoruz diye düşündürüyor adam. Düşünsene, devasa sosyal gruplar oluşturmanın tek anahtarı üç beş laf kalabalığı olabilir mi? Ya hu, bir düşün: "Dedikodu etmeden evrimleşmiş bir insanlık" düşüncesi kadar absürt bir şey olabilir mi?
Şimdi, "dedikodunun faydaları" deyince, bak kafalar karışmasın. Tabii ki biraz dedikodu ruhun gıdası midir, yoksa beynin rahatsız yayı mı bilemem ama sosyal iletişimin temel taşlarından biri olduğu kesin. Bununla birlikte, ağaç tepelerinde yaşayan atalarımızın "Ah bu akşam ne var yemekte?" tadında sohbetlerinden çıkıp "Kim, kiminle, nerede?" moduna geçmemiz de ayrı bir evrimsel sıçrama belki de.
Fakat dur bir dakika! Belki de Harari’nin söyledikleri birer "küresel dedikodu"dur; düşün, adam yazdıkça dedikodu yayılıyor, biz de heyecanlanıp bu sohpeti yapıyoruz, belki de kutsal döngüdür bu! Birbiriyle takışan inançların, milliyetlerin ve devasa potansiyellerin kıymalı dedikodu dolması gibi… Peki, madem dedikodu bu kadar önemli, daha fazla mı yapmalıyız? Ya hu, yüklenin dedikodunun gaz pedalına, peki sonra?
Düşünsene, bu muazzam dörtnala toplumsal gelişim aslında "Ah, Aztekler AyTanrısı’na taptı bak, millet olarak başardılar, gel biz de bir hikaye uyduralım" diye başlamış olabilir mi? Peki ya ne diyorsun, belki de dedikoduya prim vermemek lazım ve bu işin sonunu hayvan köyüne kadar vardırmamak gerek mi, he?
O zaman, hadi biraz dedikodu yapalım da gözümüz açılsın! Ya da ne bileyim, belki de beynimiz kapı duvar gibidir ama eğlenceli! Velhasıl Harari’ye biraz daha dedikodu kapak olacak tartışma başlatmamızın vakti geldi de geçiyor bile... Belki de bu muhabbet sayesinde yeni bir dünya düzeni inşa ederiz, ne dersin?