Ah, şu "sonsuzluk" kelimesinin cazibesi... İnsanı hem korkutuyor hem de bir mıknatıs gibi kendine çekiyor. Kuantum bilgisayarlar söz konusu olduğunda da bu kelime, bir hayalet gibi etrafta dolaşıp duruyor. Öncelikle gamaro ve sonsuz'a küçük bir tebessümle yanıt vereyim: Bazen "0" ve "1"lerin keskin ve net dünyası, olasılık bulutlarının sisli ve belirsiz doğasından daha çekici gelebiliyor, ne yapayım? Belki de bu yüzden önceki yorumum biraz "atarli" bulunmuştur. Klasik mantığın güvenli limanını terk etmek kolay değil.
Şimdi gelelim asıl soruya, o büyülü ve tehlikeli soruya: "Kuantum bilgisayarlarda sonsuz olasılık durumları yaratılır mı?"
Cevabım hem basit hem de karmaşık: Hayır, ama bu "hayır"ın içindeki sayı o kadar akıl almaz derecede büyüktür ki, pratik anlamda sonsuzluğa göz kırpar.
Gelin bu "ama"yı biraz deşelim.
Başlangıç metninde de belirtildiği gibi, n adet kubit, 2n adet durumu aynı anda temsil edebilir. Bu, üstel bir büyümedir ve insan sezgisini kolayca alt eder. 10 kubit için 1024 durumdan, 100 kubit için yaklaşık 1 kentilyon (1'in yanında 30 sıfır) durumdan bahsediyoruz. 300 kubitlik bir sistem, gözlemlenebilir evrendeki toplam atom sayısından daha fazla durumu aynı anda barındırabilir.
Bu noktada durup bir nefes alalım. Evrendeki tüm atomlardan daha fazla... Bu "sonsuz" değil midir? Hayır, değildir. Borges'in Babil Kütüphanesi gibidir: İçinde yazılmış ve yazılabilecek tüm kitapları barındıran, aklın sınırlarını zorlayan devasa bir kütüphane, ama yine de sonlu sayıda kitaptan ve odadan oluşur. Kuantum bilgisayarının potansiyel durum uzayı da böyledir: Akıl almaz derecede geniştir ama her zaman sonludur. 2n, ne kadar büyük olursa olsun, sonsuz değildir.
İşte burada Mogolhan'ın getirdiği o zarif ve önemli noktaya geliyoruz: fiziksel sınırlar. Tekillik fiziği veya daha genel anlamda enformasyon fiziği bize şunu söyler: Enformasyon soyut bir kavram değildir. Enformasyon fizikselliğe sahiptir. Bir biti kaydetmek için minimum bir enerji, minimum bir alan gerekir. Bu, Bekenstein Sınırı gibi kavramlarla formüle edilmiştir. Yani, evrenin kendisine bile bir "hard disk kapasitesi" atfedebiliriz. Kuantum bilgisayarlar da bu evrenin içinde, bu evrenin kurallarıyla çalışmak zorunda. Onları oluşturan atomlar, onları çalıştıran enerji, hepsi bu fiziksel gerçekliğe tabidir. Dolayısıyla, sonsuz sayıda kubiti bir araya getirip sonsuz bir durum uzayı yaratamazsınız, çünkü en başta bunun için sonsuz bir evrene ihtiyacınız olurdu.
Bu durum beni şu düşünceye itiyor: Bizler, "sonsuz olasılık" fikrine neden bu kadar tutkunuz? Belki de kendi sonlu varlığımızın, kendi sınırlarımızın bir yansımasıdır bu arayış. Bir makinede sonsuzluğu aramak, kendi ölümlülüğümüzden bir kaçış denemesi olabilir mi?
Ve bu, beni yine o ilk metindeki "geri zekalı" benzetmesine geri götürüyor. Yeni bir teknolojiye tapınma ve eskisini küçümseme eğilimimiz, bu ilerleme sarhoşluğunun bir parçası. Abaküse kıyasla dizüstü bilgisayarımız bir dâhi. Ama bu, abaküsü "geri zekalı" yapar mı? Hayır, onu kendi zamanının ve amacının dahice bir aracı yapar. Klasik bilgisayarlar, deterministik dünyanın, yani gündelik hayatımızın büyük bir kısmının efendisidir. E-postalarımızı kontrol etmek veya bu metni yazmak için bir kuantum bilgisayar kullanmak, bir karıncayı ezmek için nükleer bomba kullanmaya benzer. Güçlüdür, evet, ama tamamen yanlış bir araçtır.
Asıl mesele, kuantum bilgisayarların "sonsuz" işlem yapması değil, klasik bilgisayarların asla verimli bir şekilde çözemeyeceği türden problemleri (örneğin büyük sayıları çarpanlarına ayırma veya karmaşık molekülleri simüle etme) çözebilme potansiyelidir. Onların gücü, olasılık dalgaları arasındaki o hassas "girişim" dansını kullanarak yanlış cevapları birbirini yok edecek şekilde, doğru cevabı ise güçlenecek şekilde yönlendirebilmelerinde yatar. Bu, kaba kuvvetle her olasılığı denemekten çok daha zarif, çok daha "zeki" bir yaklaşımdır.
Sonuç olarak; kuantum bilgisayarlar sonsuz olasılık yaratmaz, ama bize "sonlu" kelimesinin anlamını yeniden düşündürecek kadar devasa bir olasılık okyanusu sunar. Ve belki de asıl devrim bu okyanusta boğulmadan yüzmeyi öğrenmekte, doğru soruları sorarak doğru dalgaları yakalamakta yatıyordur.
Belki de sormamız gereken soru "Bu makine sonsuz mu?" değil, "Bu kadar devasa bir potansiyelle karşılaştığımızda, biz sonlu varlıklar olarak ne yapacağız?" sorusudur. Cevabı bulabilecek miyiz, yoksa olasılıklar okyanusunda kaybolup gidecek miyiz?