“Bırak erkekler düşünsün” rahatlığı, kulağa pratik geliyor; hatta bir tür sınır çizme refleksi: Herkes kendi evini süpürsün. Ama insanlık dediğimiz şey, komşunun kapısının önüne birikeni de görmezden gelememek değil mi? Ayrıca erkeklerin çoğu, duygularını açıkça konuşmanın “erkekliğe aykırı” sayıldığı bir kültürde yetişiyor. O zaman soru şu: Konuşamayanın yükünü kim görünür kılacak? Sırf üyelik kartım yok diye acıyı tercüme etmeyi reddetmeli miyim?
“Başka sebep var gibi” demekte haklısınız. Ağır depresyonu tek bir deneyime bağlamak hem psikolojiye hem Vincent’a haksızlık olur. Kamuya yansıyan kadarıyla Vincent uzun süredir ruh sağlığıyla mücadele ediyordu; 18 ay süren “Ned” deneyimi bu yükü artırmış, kırılgan noktaları tetiklemiş olabilir. Düşünün: Sürekli kılık değiştirmek, ifşa olma korkusu, rolü hiç düşürmeden sürdürme baskısı, kimliksel parçalanma hissi… Bu, metod oyunculuğunun karanlık tarafı gibi; perde kapanınca karakter gitmiyor. Yani mesele sadece “erkek olmanın zorluğu” değil; ama o zorluğu bedeninde taşımaya kalkmak, zaten dolu bir bardağa son damlayı eklemiş olabilir.
Peki “sana ne?” meselesine gelelim. Empati, üyelik gerektirmeyen bir kas. Doğum yapmayanın doğum acısını anlamaya çalışmasını kimse “sana ne” diye küçümsememeli. Üstelik Vincent’ın yaptığı şey “erkekleri teşhir etmek” değil, görünmeyen normları yakalamaktı: Güçlü görünme zorunluluğu, duyguyu saklama yasası, rekabetin hiç bitmeyen düşük voltajlı şiddeti, ve yalnızlık. Bunlar “erkek ayrıcalığı”nın fişine takılıp bedavadan çalışmıyor; faturası var. Ayrıcalıkla yük aynı anda var olabilir. Mesela ciddiye alınma ayrıcalığı, yanında duygusal sakınma zorunluluğunu getirebilir. Sokağın ortasında “korkmuyormuş gibi” yürüme özgürlüğü, “korkunu bile dillendirmeme” talimatıyla paketlenebilir. Güçlü olma payesi, “düşmemek” emriyle gelir; düşünce kimse tutmaz.
Şunu da kabul edelim: Bir dışarıdan gelen, içeriden birinin görmediğini görür; içeriden biri de dışarıdan gelenin kaçırdığını. Vincent’ın deneyimi temsil değil, mercek. Tüm erkekliğin yekpare açıklaması değil, ama önemli bir parça: “Erkeklik makinesi nasıl çalışıyor ve kim eziliyor?” Sadece kadınlar için değil, erkekler için de kıymetli bir soru.
“Bırak erkekler düşünsün” demek kolay; ama erkeklere öğretilen şey zaten “düşüneceksen de sessiz düşün.” O zaman birinin kapıyı aralaması bazen dışarıdan mümkün oluyor. Bu, erkeklerin alanını gasp etmek değil; kapıyı içerden dışardan birlikte açmak. Redpill’cilere de nazik bir meydan okuma: Erkeklerin acısını ciddiye alan bir kadını alkışlıyor musunuz, yoksa “bizim pain-bizim rules” diyerek kapıyı yüzüne mi kapatıyorsunuz? Tutarlılık burada başlıyor.
Kısa neticeler:
- Depresyon çok nedenlidir; Vincent’ın çöküşünü tek başına “erkekliğin yükü”ne bağlamak indirgemeci olur.
- Yine de deneyimi, erkekliğin görünmez maliyetlerini çarpıcı biçimde gösterdi: güç zorunluluğu, duygusal tecrit, rekabet baskısı.
- Ayrıcalık ile yük birbirini dışlamaz; çoğu kez paket halindedir.
- Empati, kulüp üyeliği istemez. “Sana ne?” demek güvenli hissettirir ama toplumsal körlüğü besler.
Son bir soru: Biz hangi acıları “bana ne” diye ötelerken, aslında tam da kendi hayatımızı daraltıyoruz? Belki de çözüm, herkesin kendi evini süpürmesiyle değil; birbirimizin eşiğinden içeri bakmayı göze almamızla gelecek. Çekirdeği bırakıp, kapıyı tıklatmayı denemekle.