Call me by your name ve Get Out

Bu yıl oscarlarda en iyi filme adaylardan biri “Beni adınla çağır.”
Konusu itibariyle, muhafazakarlaşan ülkemizde gösterimi planlanmamış fakat bu adaylık olunca gösterime girmiş deniyor.
Mısır doğumlu edebiyat tarihi profesörü André Aciman’ın romanından uyarlanan filmin senaryosu usta sinemacı James Ivory’ye ait. Ivory, “Günden Kalanlar” ve “Howards End” başta olmak üzere çok sayıda klasikleşmiş filmin, şimdi 89 yaşındaki yönetmeni. Yaşı ilerlediği için, özellikle de yapımcısı ve hayat arkadaşı Ismael Merchant’ı da kaybettikten sonra çok nadir film yapar oldu.
Elio ve Oliver’ın öyküsü bu film. Sene 1983. Elio, entelektüel bir ailenin 17 yaşındaki oğlu. Yazlarını geçirdikleri taşra evine, her sene olduğu gibi sanat tarihi profesörü babasına hem asistanlık etmek hem de kendi tezinde yardım almak için Amerika’dan bir üniversite öğrencisi geliyor. Bu sene seçilen Oliver’ın yaşıysa 24. Elio, tam kanı kaynayan bir dönemde ve cinsel olarak son derece aç. Akranı bir genç kız olan Marzia ile flört halindeler. Fakat Elio’nun gözünün sürekli Oliver’da olduğunu fark etmekte gecikmiyoruz.
Filmin son sahnesinde jenerik akmaya başladığında film henüz bitmiyor, yönetmen bizi çok duygusal bir atmosfere adeta hapsediyor.
*
Get Out
90.cı Oscarlarda En İyi Özgün Senaryo ödülünü kucaklayan filmdir kendisi. Korku dalında diye prezante edildiği için ya hiç izlemeyecektim ya da en sona bırakıp merakıma yenilmeyi bekleyecektim. Fakat dün akşam birden bi cesaret geldi izledim 🙂
Chris sıradan bir siyahi gençtir. Sevgilisi Rose ile mutlu bir ilişkisi vardır. Rose bir gün Chris’i ailesinin mülküne davet eder. diye başlayan epeyce metaforik öge taşıyan bu filme korku hatta gerilim denmez bence. Chris’in oyunculuğunu beğenmeyenler var gibi görünüyor ama bana hiç öyle gelmedi. Tam da senaryonun yansıtmak istediği sıradan, cin fikirli olmayan, aşık bir delikanlıyı gayet iyi oynuyor. Sonrasında düştüğü KAPANı çabuk kavrıyor ve kendisini devamlı uyaran siyahi arkadaşı ile iletişim kurarak evdeki tuhaflığı iletme başarısını gösteriyor.
Partideki Bingo oyunu da rasgele değilmiş, bunu sonradan öğreniyoruz. Taze av Chris’in kime kalacağı ile ilgili bir ritüelmiş! Bir de sonlardaki şu sahneyi beğendim, küçük bi detay gibi ama aslında Avcı/av ilişkisinin kısa bir an için görülüvermesi; Rose’un yeni avını internetten aradığı sahne!
Gerçek konu, hipnozun başarısı ve beyazların bu yöntemle siyahiler üzerinden ölümsüz bir hayata kavuşabilmelerini anlatıyor. Bu sanki tek bir aile, bir büyüsel ayin gibi verilse de filmde aslında amerikada olan biteni sorgulatmayı amaçlıyor bence. Ben beğenerek izledim. En azından geçen yılın en iyi filmi Lalaland’dan on kat daha iyiydi bana göre.
*
Dinkirk
Dunkirk, II. Dünya Savaşı’nın seyrini değiştiren en önemli olaylardan Dunkirk Tahliyesi’ni konu alıyor. Film, Almanlardan kaçan İngiliz ve Fransız birliklerinin, Kuzey Fransa’da yer alan ve filme adını veren “Dunkerque” sahilinde sıkışıp kalmasını ve oradan tahliyelerini anlatıyor. Yaklaşık 400 bin askerin tahliyesiyle İngiliz ve Fransızlar İkinci Dünya Savaşı’na devam edebiliyor.
Savaşın dönüm noktası ise bugün halen gizemini koruyan Hitler’in ordusunu durdurma kararı.
Hitler’in ordusunu durdurmasıyla yolcu feribotlarıyla, balıkçı tekneleriyle 338 bin 226 İngiliz ve Fransız askeri olağanüstü bir şekilde tahliye edildi.
Tam bir belgesel tarzında çekilmiş, başrol oyuncusu yok, kadın oyuncu yok, duygusal diyaloglar yok.
Peki Böyle bir savaş belgeseli çekmek niye Christopher Nolan’a düşmüş! İşte ben bunu anlayamadım!
Sen ki bilimkurguların fantastiklerin -benim gözümde- ilahısın, ne işin var bu filmle diye sorup duruyorum aylardır. Cevabı öğrenirsem mutlu olacağım ve kızgınlığım (beklentimin karşılıksız kalması nedeniyle) da geçecek doğal olarak. Evet mühim bir olayı iyi çekmişsin ama bunu çekebilecek yüzlerce yönetmen vardı bre Nolan! belki sen daha iyi çektin ama kimin umrunda! Senin yapımlarının onda birine ulaşamayan ve fantastik diye sunulan bir film, shape of water en iyi film oscarını aldı sayende! Oturup buna sevin diyeyim bari.
Bu arada film, oscarlarda 3 ödül aldı: “En İyi Kurgu”, “En İyi Ses Kurgusu” ve “En İyi Ses Miksajı” ödüllerini kazandı. Hayırlı olsun!
Dunkirk’ü çekerken Nolan, Oscar Ödüllü savaş filmi Saving Private Ryan‘ı çeken Steven Spielberg‘e danışmış. Nolan, kendi savaş sahnelerinin nasıl hazırlanacağına dair bir fikir edinmek için, Saving Private Ryan filminin ilk kopyasını görmek istemiş ve Spielberg’in fikirlerini almış. İşte Spielberg’in tavsiyesi:
“Chris’in dünyanın en yaratıcı film yapımcılarından biri olduğuna inanıyorum ve ona saygı duyuyorum. Bununla birlikte ona tavsiyem, benim de “Ryan”da yaptığım gibi hayal gücünü terk etmesi oldu.”
Buradan anladığım kadarıyla, birkaç konuda süper olsan bile yine de kendine başka konularda meydan okumadan duramıyorsun. Bu bana tanıdık bir duygu. Şimdi onu biraz anlayabildim ama istediğim şeyi alabilmek için en az bir yıl bekleyeceğim gerçeği ortada durup kaldı
*
Yanılsamalar Kenti

Bu hafta Ursula’nın arada kaçırdığımı bildiğim kitaplarından birini de okudum, harikuladeydi. Öylesine huzur verdi ki anlatmak zor.

Devamını oku “Call me by your name ve Get Out”

Ursula Le Guin ile büyümek -2

İlk bölüm için tıklayınız

Hepimizin zihinlerinde ormanlar var. Keşfedilmemiş uçsuz bucaksız ormanlar. Her birimiz her gece bu ormanlarda kayboluyoruz.

Ursula Le Guin’in en güzel yanı okuyucuyu hep şaşırtması. Bitmeyen bir umutla yapar bunu. Kimi zaman “Karanlığın Sol Eli”ndeki çift cinsiyetli bir toplumla şaşkına çevirir, kimi zaman yer ve deniz öykülerindeki kahramanlarıyla doğumu, ölümü, yıkımı ve büyümeyi anlatır. Her hikâyesi başka kapılara açılır yani, her kapı başka bir gerçeğin yansımasıdır. Le Guin de buna benzer bir amaçla yola çıkar zaten. Kurduğu fantastik dünyalarda yeryüzünün her türden canlı cansız varlığının, toplumunun ve sisteminin bir karşılığı vardır. Soyluluğa tutkun birine sert bir tokat atar, uzaktan ve el değmeden. Sonra, şaşırtıcı olduğu kadar sarsıcılığını da fark ettirir. Toplumlar yaratır ve sistemler ve türler. Bunu yaparken alternatif bir yaşama sığınmaz, gerçeklerden kaçmaz, yaşanabilir alternatif yaşam biçimlerinin olduğunu bize hatırlatır. Karakterleri renklidir, kırmızı, kimi zaman siyah. Yaratıcıdır ve ilham verici. Zihne ve insana yönelik anlatılar, antropoloji, mitolojiler, Taoizm, masallar ve efsanelerden yararlanır Le Guin. Dostoyevski’den Jung’tan esinlenir. Anarşizmle beslenir, otoriter devlete başkaldırır. Cinsel kimlik ve özgürlükten bahseder, baskıları reddedişi hemen her kitabında hissedilir, doğayla bütünleşik hayatlara uzanır.
Şimdi sizlerle paylaşacağım kitap Le Guin dünyasının ilk anahtarı. Karmaşık labirentlere dalmadan önce almanız gereken ilk hap niteliğinde.
Ursula K. Le Guin’in “Rüzgârın On İki Köşesi” adlı eserini ister fantastik ve bilimkurgu edebiyatının yeni bir kitabı olarak okuyun, ister gerçekle kurmacanın iç içe geçmiş kurguları olarak değerlendirin, içinde mutlaka size göre bir öykü ve kahraman var. Asırlık koca bir çınarın hayat ağacından herkese bir meyve düşüyor ve herkese yetecek umut da…
Not: Benim YENİ’den Doğanlara- 12 istasyon öykü kitabıma (o da tarih sırasına göre dizilmiştir) ister istemez benzettim. Yanlış anlaşılmasın kendimi bu büyük ustayla kıyaslamıyorum, zaten herkes benzersizdir. Sadece hatırlayıp gülümsedim. Haberi okuyun bakalım size nasıl görünecek? Tıklayınız

*

Bütün duvarlar iki anlamlı ve iki yüzlüdür. Neyin içeride neyin dışarıda olduğu, duvarın hangi yanından baktığınıza bağlıdır.

Dümeni Yaratıcılığa kırmak

Devamını oku “Ursula Le Guin ile büyümek -2”