Yedi Numara’nın Sırrı

Yedi Numara, Neden Türk Televizyonlarının Gördüğü En İyi Dizilerden Biriydi?

Sadece üç yıl yayınlandı Yedi Numara. 2000-2003 arasında. Ancak yarattığı etki öylesine güçlü oldu ki bugün bile onu hatırlamaya, kişisel hikayelerimizde ona yer vermeye devam ediyoruz. Nedenine sade bir inceleme aracılığıyla bakalım.

Bir dizi düşünün ki her bir karakteri özenle yazılmış ve onları canlandıran oyuncular tarafından olağanüstü bir özveriyle canlandırılmış olsun. dizide, ister başından sonuna kadar oynamış, ister ortasında girmiş ya da çıkmış, ister tek bir bölümde kendini azıcık göstermiş olsun, tüm oyuncular bir şekilde iz bırakabilmeyi başarmıştır. zeliha yenge’den vahit enişte’ye, sabit’ten haydar’a, armağan’dan rüya’ya her bir karakter bir diğerinden farklı ve kendi içinde sıra dışıdır. hiçbiri bir diğerinin üzerine çıkmadığı gibi, oyunculuk anlamında hiç kimsenin de altında kalmaz. tek tek harikalar yaratan tüm bu karakterler, olağanüstü bir uyumla bir araya gelebilmişlerdir.

Aynı zamanda ütopik bir dizidir. kesinlikle gerçekçi değildir. zaten bu denli sevilmesinin sebebi de budur. hayatın acı verici gerçekçiliğinden sıkılanların tek yapması gereken şu diziden bir bölüm izlemektir. burada yalan dolan, şiddet, tecavüz, aldatma, adama kaçırma ya da öldürme yoktur. gerçekliğin o vahşi yüzü yedi numaralı kapının hemen ardında bırakılır. o kapıdan girdiğiniz an yüzünüze, birbirine sevgiyle kenetlenmiş bir düzine insanın gerçeküstü dostlukları, sevdaları ve neşe dolu anları çarpacaktır.

aşkın en temiz hali bu dizidedir. armağan-haydar aşkı matematik diliyle yazılmış en güzel şeydir. onlarınkisi, birbirine dokunmadan, birbirini öpmeden, birbiriyle olmadan aşık olunabileceğini gösteren masalsı bir hikayedir.

peki zeliha yengeyle vahit emminin aşkına ne demeli? onlarınki daha ele gelir cinstendir. aşkları resmiyete dökülmüş, evlenmişlerdir. ancak bir problem vardır ortada. hiç çocukları olmaz. birbirini böylesine aşkla seven bir çiftin evleri bir türlü çocuk sesleriyle dolup taşmaz. zeliha yenge eşini o kadar çok sevmektedir ki çocuk sahibi olamayacak kişi vahit enişte olsa da bunu, eşinin erkeklik gururunu kırmamak adına bir türlü söyleyemez. hatta kusuru kendi üzerine alır ve yıllarca eşine kendisinin kısır olduğunu söyler. işte yedi numara, aralara serpiştirilen böylesi duygusal hikayelerle güzel ve değerlidir.

peki sabit ballıoğlu’na ne demeli? olgun şimşek’in harikalar yarattığı o efsanevi yedi numara karakteri. onun gibi içten türkü yakan bir dizi karakteri gelmiş midir daha. oynamadığı filmlerin baş rolüdür o, emmisi vahit’in en çok dövdüğü ve sevdiğidir o, sevdiği kızla evlenemeyip ardından türküler yakarak kendi ayrılık hikayesini ancak bir başkasına yakıştırabilen temiz kalpli “no problem” emmi oğludur o.

yusuf güdük karakterine ne demeli? hak ettiği yere ve övgülere sonunda kavuşabilmiş çağlar çorumlu’nun canlandırdığı karakteri unutabilen var mıdır aramızda? deliler gibi sevdiği cansu’yu “aslanım g(k)ıraliçam” diye çağıran, cansu’yla evlenip köyde iki göz odaya yerleşme hayalleri kuran, cansu’nun elinden yalnızca bazlama yemeye razı gelmiş, dizinin diğer karakterleri gibi temiz ve saf biridir o.

aynı zamanda dizi tarihinin en orijinal sonlarından da birine sahiptir:

Devamını oku “Yedi Numara’nın Sırrı”

Aşkı anımsamak adına…

Her insan, özünde aşkın farkında. Nasıl olmasın ki, karanlıkta çakan bi ışığın farkında olmamak imkansız. Aşk yalnızca karşı cinse duyulan bi şey değil bunu çoğu insan bilir. Aşk, bir mıknatıs gibi seni -ilgini- talep eden, karşı konulmaz bütünsel bir esrikliktir. Hep o’nun içinde bulunmak isteriz biz insanlar ama ne çare ki belki aynı oranda olmasa da güvenliği de severiz. İşte bu ikincil tercihimiz hayatın realitesi haline gelir, onu alışkanlıklarımızla besler büyütürüz. Öyle büyütürüz ki aşk çok nadir çakar olur o bulutlar arasından. Ve biz bu durumda ne yardan ne serden vaz geçemeyenler ne yaparız?
Tüm zamanlar boyunca yaptığımızı tekrarlarız, geçmiş bir aşkın küllerini deşeleriz, onun hissini şu ana getirebilmek için akla gelmedik icatlar yaparız. Tüm konular eski bi aşkı anımsamak üzredir temeline inerseniz. Hep nostalji hep nostalji!
Oysa…
Herkes bilir oysayı 🙂

Aslında ilkel çağlardan beri bu uygulama pek değişmiyor. Bakınız C. Caudwell, Yanılsama ve gerçeklik kitabında ne demiş:

…kabile, bir kolektif coşkuya neden gereksinim duysun?

Bir kaplanın ya da fırtınanın gelişini içgüdüsel olarak hissedecekler ve bu şartlı ve kolektif tepki doğuracaktır zaten. Bu durumda kolektif bir heyecan doğuracak herhangi bir araç gereksizdir; ama görünür ya da elle tutulur böyle bir neden yok da “olasılık” olarak varsa, böyle bir araç toplumsal bakımdan gerekli oluyor demektir.

İşte şiirin, bir kabilenin ekonomik yaşamından, yanılsamanın (illusion) ise gerçeklikten (reality) boy verişi böyle olur.

Dansla, ayinle ve müzikle karışmış halde şiir, kabilenin içgüdüsel enerjisinin büyük anahtar tablosu(switchboard) olur; kabileyi, yakın nedenleri ya da mutlu sonuçları görünürde olmayan, içgüdüyle kendiliğinden kararlaştırılamayan bir dizi kolektif eyleme yöneltir.

Karıncalar ve arılar içgüdüyle depo eder yiyeceklerini, ama insan böyle değildir! İnsanın içgüdülerini çalışma çarkına koşmak, onun coşkularını bir araya toplayıp faydalı ekonomik kanala yöneltmek gerektir. Yalnız ve yalnız ekonomik olduğu için, yani içgüdüsel olmadığı için bu içgüdünün yöneltilmesi gerekir. Bunları yönelten araç da (şiir vb), bu yüzden kökeninde ekonomiktir.