UZUN SAVAN GECESİNDE GEYİĞİN NİŞBU’YA GÖSTERDİĞİ YOLUN GİZEMLERİ ÜZERİNE KISA BİR HİKAYE:

…..”Geyiğin gözleri pırıl pırıl gecede
…..İmdat ateşleri gibi ürkek telaşlı
…..Sultan hançerIeri gibi ayışığında
…..Bir yanında üstüste üstüste kayalar
…..Öbür yanında ben.” – Turgut Uyar-

Peki, aslında bu sarı çizgilerin fon oluşturduğu geyik desenli kazaktan daha çok sevdiğim şeylerin de varlığını başlangıçta kabul edersem sanırım sorun kalmayacak. Ayakkabı kutusu içinde tırtıl yetiştirip(!)besleyen bir arkadaşı vardı ablamın ve ben onun yani o kızın adını sanını hatırlatamazken oturduğu evi, evin önündeki palamut ağacını, o evin ve ağacın bulunduğu sokağın sonundaki fırını hatırlıyorum ve bütün bunları çok seviyorum…Nesnenin insan ruhunu ele geçirebilecek bir sihri olduğunu kesin olarak hissettiğim o günden beri yalnızca evde eski replikleri okuyup, kazağımın kollarıyla sarılıp kendime geleni geçeni falan seyrediyorum günlerdir…karanlıkta üzerindeki sarı çizgilerin parladığına yemin bile edebilirim. Onu giydiğim zaman kendimi, güçlü, gösterişli, bilge ve sıcacık bir hayvan gibi hissediyorum… Karşı konulamaz bir şekilde bir geyiğe tamamlandığımı hissediyorum… bazen…bazen…geyikler ıslak burunları ve sıcak nefesleriyle odama doluştuğunda çam ağacımı yılbaşından bugün itibari ile iki ay geçmiş olmasına rağmen toplamamış oluşuma seviniyorum…Aslında değişik duygu durumlarının, derin duygu durumlarının değişik takıntılarda tezahür ettiğini söyleyen bir adamı dinlemiştim bir vakitler ve o zaman yemin ederim daha gençtim, takıntı benim için bir varoluş biçimiydi…şimdi daha kararlı ve seçiciyim… Bu kazak! O kadar! Havanın soğuk oluşuyla bu tutku arasında bir bağ olmadığını Nihal’e anlatmayı tam 3,5 saat denedikten sonra karşımda kesintisiz şüpheci ve tırnaklarını yiyen bu kadına herhangi bir şey ispat etmek zorunda olmadığıma karar verip onu pek fazla sevmediğimi yani görmesem de olabileceğimi düşünüp pazar günü yeni bir oyunu izlemek için sözleşerek ayrılırken yanından, elbette sahtekar biri olduğumu biliyordum.

Öyle özel bir şey sayılmaz… Yani sanıldığı gibi değeri ona biçilen maddi değerden falan gelmiyor benim için… Nehrin kıyısındaki pazardan aldığım ikinci el bir giysi… Hatta onu bir başkasına hediye etmeyi daha alırken düşünüyordum… ta ki geyiğin gözlerinin anlaşılması güç bir şekilde bana baktığını, gözlerime, oradan kalbime, kalbimin içinde çok derin ve temiz bir şeye baktığını fark edinceye kadar… Havanın soğukluğu ile bir ilgisi yok Nihal, sen tam bir sabit taşkafalı olmalısın zira onu giymediğim zamanlarda izliyorum… Bir kazağı giyiyor ve kendini bir geyik gibi hissediyorsun, giymediğin zamanlarda da onu izliyorsun ve ona neredeyse tutku duyuyorsun öyle mi? Bu çok saçma! Hıh… Onu özenle çalışma masamın sandalyesine giydiriyorum üzerinde üç tane geyik var aslında ve tanrım Degas’ın balerinlerini anımsatıyorlar bana işte çılgın bir akıl tutulmasında… Onlar kadar zarif ve ne yaptığının ya da kim ve ne olduğunun farkındalar. Geyiklerin ikisi fonda sarı çizgilerle grafik bir görüntüye tamamlanırken en önde ve gözlerime bakanı ve onun gerçekliğini vurguluyorlar işte… Gözlerime bakmayı da nereden biliyor? Ay ışığında pırıl pırıl boynuzları ile heykel gibi duruşları gecede… Lirik ve görülesi…Birkaç kişinin nezaketen aaa sahiden ne hoşlar di mi diye sormasının ve sorumu soruyla onaylamak gibi saçma bir eyleme girişmesinin, hayırdır ooğlum hatun aldattı falan mı? Demesinin dışında kimsenin bu tuhaf beğeni ve ilişkiden bir bok anlamadığını açıkça söyleyebilirim…

Aslında eskiden ben de anlamıyordum… Bu kadar, aslına bakılırsa o kadar da duygulu biri sayılmam… Şans oyunları oynar, takım tutarım ve kaybedince genelde bir şey hissetmem aslında…Çocukken evde çıkan bütün çocuk savaşlarında geride yaralı bıraktığım kardeşlerimin arasından muzaffer bir edayla geçerek süt ve kurabiye ile zaferimi kutlamak için mutfağa giderken de hiçbir üzüntü hissetmediğime yemin edebilirim…Ben sütü hazırlayıp kurabiye için uygun tabak ararken mutfak yolundaki koridorda atlarını kaybetmiş, zırhları delinmiş ve kesinlikle şövalyeliğin yüz karası olan bu iki ufaklıktan kati surette ses gelmezdi… Gelemezdi zira anlaşmamız böyleydi…Kaybeden gururlu bir savaşçı gibi ölecek-ölü taklidi yaparak içinden 100’e kadar sayacaktı. İşte ben kendimle yüzleşmek, kendimden utanmak için belki de en uygun olan, evde bir süre için bir daha asla bulunamayacak olan o kati sessizlikte bile Tommiks düşünecek kadar duygusuz bir heriftim…Ansızın atım mutfakta bağlı olduğu noktada huzursuz hareketlerle bir iki devinir, çocukların kokusunu alıp beni uyarmak isterdi… ve onlar ölü taklidi yapan, bir türlü ölmeyen böcekler gibi koşuştururlardı mutfağa… Böceklere benzetiyor oluşumun herhangi bir sevgi ya da sevgisizlik eşiği ile cidden bir ilişkisi yok. Gözlerimle gördüm hamam böceklerinin ölü taklidi ile nekahatte geçirdikleri 5-10 dakikanın ardından hiçbir şey olmamış, sanki az önce ayakları bacakları kopmamış gibi yürümeye eskisinden daha kararlı devam ettiklerini… Yani severim ben ufaklıkları. Bu; yüz saniye koridor savaşlarının ufaklıkların boylarının uzayıp ağırlıklarının artıncaya kadar sürdüğünü ve benim de sonra pislik bir ağabey gibi davranarak ilerleyen yaşıma paralel kaybettiğimi düşünmelerini istediğim hayal gücümle hangi atlar? Diye sorarak çocuklara hiç yenilmeden bu savaşların ezeli galibi olarak tarihteki yerimi aldığımı sanırım söyleyebilirim… Üçkağıtçı olduğumu zaten söylemiştim… Ama kendime de yalan söyleyecek değilim ya… atlar koridorda dört nala benim atımı kovalarken kardeşlerimin büyümüş olduğunu fark edecek kadar akıllı bir savaşçıydım…

Değişik ve yarı değerli taşları seven kızlar vardır örneğin bazen oldukça takıntılı kızlar. Salı akşamları Peri ile buluşmayı seviyorum… Bana garip öyküler anlatırken sesini farkında olmaksızın bir ton daha kalınlaştırarak dirseklerini masaya sabitleyip bana doğru uzanan yüzünü ve kısılan gözlerini seviyorum. Komik görünüyor ve beni kesinlikle anlayabilecek yegâne insan Peri.

Bir zamanlar buna benzer bir hikaye duymuştum diyor. Adamın biri hakkında… Ne demek adamın biri? Adamın biri işte fena halde bir chevrolet’ye aşık oluyor. Karısıyla falan kavga edip geceleri arabasında uyuyor… Silerken konuştuğunu bile söyleyenler var. Bu da ne şimdi? Geceleri uyumadan önce tütsü yakıp odasındaki iyi ve kötü ruhları dengeleyen, baykuştan haber alacağını düşünen süpürgesinin hemen girişteki vestiyerde olması olası bu kaçık kızın beni deli yerine koymasını eğlenceli mi buluyorum? Hayır. Peri 12 yıl önce ilk garip hikayesini anlatmak için beni buna benzeyen ama artık olmayan pastaneye çağırdığında yine aynı keki yiyordu. Eminim o sabah köşedeki büfeden aldığı gazete ile bugün sabah aldığı gazete de aynıdır. Bana anlattığı ilk hikaye benim geyiğime olan tutkumla kıyaslandığında bir hayli garipti. Yani bakın benim için bile garipti… Büyük ve Gotik bir malikânede geçen olayların bence en ilginç yanı katilin kesinlikle uşak olmayışı, ev sahibinin sigortadan para alabilmek için kendisini öldürüp bir hayalet olarak yaşayacağına inanmasıydı. Yani bayağa garip işte bilirsiniz kim ölünce yaşamaya devam edeceğini düşünebilir ki? Mistik bir dünyadan ya da Firavun olmaktan bahsetmiyorum… İşte tam bu noktada sesini bir ton kalınlaştırıp kısarak “hala yaşadığına yemin edenler var” demişti… Adamın hala yaşayıp yaşamadığını bilmemekle birlikte gerçekten ölmediğine sanırım emindim. Her sezon evinin etrafına fotoğraf çekmek için gelen meraklı kalabalığa ücret karşılığı gezdirilen malikâne, bu garip adamın minik polyester heykelcikleri sigortanın verdiğinden ya da verebileceğinden fazlasını vaat ediyor olmalıydı. Bütün bu düşündüklerimi genellikle Peri’ye söylemem zira o sever böyle hikayeleri… Fakat Kazağıma ve bir geyiğe dönüşmeme duyduğum ilgiyi chevroletsine tapan bir adamın ilgisine indirgeyerek benimle ve hikayemle hiç ilgilenmemesi şu an düşününce kesinlikle emin olduğum bir şekilde o vakitler müthiş kırmıştı beni. İkinci kesin ve müthiş verim nesnenin insan ruhunu ele geçirebilecek güçte olmasının dışında insanların gerçekten kendi hikayelerine ilgi duyulmasını istediğiydi… İntikamımı alacaktım 21. Yüzyıla kaçıp gelmiş bu ortaçağ cadısından! Beni, hissettiğim değişimi ve geyiğimi önemseyecekti… Artık büyük ve gerçekte olduğundan daha etkili bir hikaye sahibi olmamın zamanı gelmişti. Geyiklerin gece bir kızakla beni gökyüzü’nde gezintiye çıkardıklarını anlatabilirdim… Ama o, yani Peri bana büyük olasılıkla noel babayla iki de tavla atıyor musunuz diye sorardı… inanmazdı… Onun o kısacık ve dik dik duran saçlarının dikkat kesilmiş kedi tüylerine olan benzerliği ancak gizemli bir hikaye duyduğunda görülebilirdi… Ona iyi bir hikaye anlatacaktım.

UZUN SAVAN GECESİNDE GEYİĞİN NİŞBU’YA GÖSTERDİĞİ YOLUN GİZEMLERİ ÜZERİNE KISA BİR HİKAYE:

Savaşçı bir kanın çocuğuyum ben ve nasıl olur şimdi sana biat etmemi istersin benden parlak gözlü, Endülüs rakslı sağrısı gergin ve sırlı varlık! Ve bu yol bizi atalarımın dileğine götürecek mi? Ve her yer uzun bir gece için ne kadar aydınlık!

Kadim bir zamanda Nişbu; atı ve yardımcısı ile büyük, yağmurlu, derin ormanları geçerek devam ettirdiği yolun bitiminde günler, haftalar boyunca yol almış fakat dilediği yere olan uzaklığı hakkında neredeyse hiç fikri olmaksızın bütün gücünü tüketerek o ünlü gecede bu savanın ortasına atını ve yardımcısını yolda kaybetmiş bir halde ulaştığında geyik ışıl ışıl yıldızların altında derin derin nefes alarak buğulu ve bilge gözlerle uzakta bir tepede Nişbu’yu izliyordu. Bu çaresiz ve belli ki öyküsü ve arayışı çekiciliğini yitirmiş genç için artık buradan bir çıkış olamazdı. Amacını unutmuş, gücünün sonuna gelmiş bir halde savanda hüzünlü seslerle ağlarken çaresizliği geyiğin kalbine ulaştı. Bilgisiz ve çaresiz bir genç yapayalnız bu uçsuz bucaksız savanda ne arıyor olabilirdi? Geyik Nişbu’nun gözlerine bakarak kalbine sesleniyordu onun, ve Nişbu yanıtladı geyiği; atalarım yüzlerce yıldır ölümsüzlük arayışlarını sürdürdü ve bu yolculuk benim sıramdı… Bulacağımı düşünüyordum, bulmayı çok istiyordum! Geyik Nişbu’ya ölümsüzlük hakkında ne bilip ne bilmediğini sordu, Nişbu için ölümsüzlük ölmemekti… Saf çocuk! Belki de geyiğin sabrını ve savan gecesindeki güzel zamanını boşa harcıyordu… Nişbu yolculuğun büyük yorgunluğu ile toprağa uzanmış bir çocuk kıvrılışı ile ay ışığında geyiğin gözlerine bakıyordu… Ölecek miyim? Binlerce yıllık savan yaşamında anılabilecek bu hüzünlü anda geyik bir karar verdi. Çocuğun yaşamını kendisiyle taşıyacaktı: Ölümsüzlük ölmeyen şeyler bırakmaktır küçük arkadaşım ve ancak ölmeyen şeyler için bazen ölmen gerekebilir… Senin bu zor görev uğruna yaşamını ortaya koyman gibi örneğin… Yola benimle devam edebilirsin dilersen, dediğinde çocuk çoktan bir enerji olarak varlığını geyiğin kalbinde bulmuştu bile… Savan gecesinde sıcacık sağrısı ışıltılı ve bilge gözleriyle bu geyiğin kadim zamanda hala yol alarak Nişbu’yu ölümsüzlüğe taşıdığı söylenir…

Evet evet! Bunun yeterince iyi olduğunu düşünmekte hiç de haksız sayılmam, hatta Nişbu olduğumu bile düşündüğümü hesaba katacak olursak hikayem kesinlikle kadim ve artık gerçek! Gözleri faltaşı gibi açık, siyah kısacık saçları dik dik, tüy tüy kahvesini bile ağzında bir süre beklettikten sonra yutan bu kadının hikayeyi dinlerken çıkarttığı kahveden mütevellit gurk gurk yutkunma sesleri beni sahtekarlığımın ışıl ışıl tacına yaklaştırıyordu… Demek kütüphanede buldun ha! Vay be… Belki bir kez ben de deneyebilirim? Yani sen diyorsun ki geyik şimdi seninle yolculuk ediyor bizim zamanımızda ha! İnanamıyorum…Çok şanslısın… Mahcup ve bilge gibi görünen sahtekarlığımın gülümseyişimden sesime sızmasını istemeyerek olabilir… Belki… Bunu düşünmeli, hatta ona sormalıyım… Diyorum… Ha pardon haklısın sormalısın tabi… Ben de salak gibi herhangi bir kazak muamelesi yapıyorum ona… Acaba sen onunla nerelere gideceksin? Nişbu geyikle nerelere gider bimiyorum ama Peri’nin sorusunu geride bırakalı takribi 60 saniye sonra ben metro istasyonuna giderken o pastanede buz gibi olmuş kahvesiyle 100’e kadar sayıyordu içinden benim anlaşılmaz bulduğu ricamla… Sahtekarlık tacım ışıl ışıl başımda edindiğim üçüncü kesin veri insanların kesinlikle “gerçek” denilen şeyi sevmediğiydi.

AziZ Kırılış/ IV- Muhsin diye bir adam

http://www.sonsuz.us/node/3096

At kurtul ondan. 15. yüzyılın bu en ünlü yazmasının bir kopyasını mı? Evet. Şaka yapıyorsun. Hayır! At ve kurtul ondan. Yak, bir yerde unut, kütüphanenin kapısına bırak. Kütüphanenin kapısı mı hahahaha cami avlusu gibi. Cami avlusu bile olur. Arapça yazılar ilgilerini çeker, korurlar…Uzaklaş ondan, kurtul. Uyuyamam. Nasıl yani tek gerekçe bu mu? Uyuyamazsın ama hiç değilse ölmemiş olursun.

Aslında gerçekten filmlerde olur böyle şeyler…En azından ben böyle düşünüyordum. Sabah evden çıkarken kapıdaki paspasın altına sıkıştırılmış kağıdın kenarını görünceye dek…beyaz, minik bir üçgen… 45derece olmalı, evet ama konumuz bu değil elbette! Neler yazabilirdi o kağıtta neler!…S. Dünyası’nda posta kutusunu kullanan yazar kahramanına “kim olduğunu” soruyordu. Kendini ve felsefe tarihini keşfe davet eden bu cümle örneği bir soru? Bir cevap? Evet! kesinlikle cevap istiyorum, soru sormasın kimse bana…ki bunu düşündüğüm günün saat 15:30’unda Muhsin diye bir adam beni aralıksız sorduğu iki sorunun idiotluğu ile sarsacaktı…İki soru… Aynı
kahveden “hüüüüpp…!” diye çekilen yudumların ardından; “Sahafı nereden tanıyorsun?” sorusuna; “Sahaftan” …cevabımdan duyduğu memnuniyetsizliği anlatırcasına buruşturduğu yüzü ile (tam o anlarda midesi de ağrıyor olabilir, gastrit..tedavisi zor ve inatçı bir hastalıktır…uzun süre aç kalmamak, kahve ve sigarayı bu denli peş peşe içmemek gerekir-bana ne ya…bana ne…cidden aziz sana ne…sen bu işten nasıl yırtacaksın onu düşün…) Bak koçum bizim bu şehrin her yerinde gözümüz kulağımız vardır…Ölmek mi istiyorsun? “hayır…” “hüüüüüppp…!” Hah işte yine başlıyoruz… “Sahafı nereden tanıyorsun?” (…) , (….) Ölmek mi istiyorsun?

Muhsin; üzerinde: “Öğleden sonra 15:30’da yeşilçam’da muhsini bul, kulağı kesik, kime sorsan gösterir…” yazan notta bulmam gereken adam. Buldum çok şükür, zira kapınızın önüne bırakılmış bir nota “neden?” diye soramazsınız! Neden Muhsin’i bulayım? … Yer yer anlatıcı olduğum için bu hikayenin sonunda ölmediğimi düşündüğünüzü biliyorum. Hikaye nihayete ermeden ben böyle zannettiğim için nihayete ermiş gibi yazmış ve ölmüş de olabilirim… e o zaman da bu cümle beni… neyse yani hikaye asla sona ermez… ermedi de. Muhsin’le yaptığım anlaşmanın ne kadar akla uygun olduğunu bilmiyorum bunu daha sonra düşünmek ve mümkün olsa şu an sadece uzun uzun uyumak, uyandığımda latince dahil arapça ve farsçaya literer düzeyde hakim olmak istiyorum.

Bankanın ışıklı tabelası; akşamüstü son müşterilerinin paralarını cebe indirerek onları güvenli bir parasızlığa teslim eden banka çalışanlarının birer aziz olduğu hissini yaratıyordu Aziz’de. Değerli olanı değerlendiren, koruyan bir yer, sizin için saklayan bir yer… Sıra numarası almanız yeterli! … 512, tahmini bekleme süresi 7 dakika… Yedi dakika insan hayatı için pek de uzun sayılmayabilir. Öte yandan Tanrı’nın evreni 7 günde yarattığı düşünülürse çok da kısa olmayabilir… yedi dakika boyunca orada, dışarının vahşi kalabalığından yalıtılmış takriben 15 dakika sonra kapanacak olan bankanın ergonomi dumuru sandalyelerinde beklerken aziz ablasının oğluna hediye ettiği kumbarayı ve anahtarını bulan kadını düşünüyordu…du mu? Neden di’li geçmiş zaman ve üçüncü tekil? Olaylara dışardan bakma bu olmasa gerek… 15 dakika sonra kapanacak olan bankanın ergonomi dumuru sandalyelerinde beklerken ablamın oğluna hediye ettiğim kumbarayı ve anahtarımı bulan kadını düşünüyordum.

Yer yer bu hikayenin cidden dışında bir yerlerde evinde, ofisinde güvenli, rahat berjerinde kahvesini içen bir anlatıcı olmayı çok isterdim. Bir anlatıcı… Neden yazar demek istemiyorum bilmiyorum ama bir anlatıcı aslında hiçbir şeydir…Bunun kitle için yararından bahsetmeyiniz lütfen! Zira; ben bizzat anlatıcı açısından değerlendiriyorum bu durumu ve evet bir anlatıcı hiçbir şeydir… Hiçbir şey yaşamamıştır…Anlattıkları da orada burada alınmış notlar, tanık olunmuş kareler, işitilmiş laflar kadar uzak ve araktır… Ne kadar ayıp!… Ve evet şu an bir arakçı olmayı çok isterdim…

“Beyefendi….”…”Beyefendi”…ben olmalıyım…dönüyorum…yürüyüşümü ve düşüncelerimi kesintiye uğratıp dönüyorum…Aramızda 20-25 adım bulunan orta yaşlı bir kadın bana seslenirken aramızdaki uzaklığı kapatıyor..19,18,17, ….Anahtarınızı düşürdünüz…Saf ve pek belli olmayan bir şekilde seviniyorum, çok ama çok seviniyorum fakat; kadın bunu kesinlikle anlamıyor….Belli belirsiz bir sesle “Bir ses duymuştum” diyorum…Bu; orta yaşlı, daha önce hayatımın herhangi bir anında yüzlerce kez görmüş olabileceğim fakat; hiçbirinde bana böyle akıl vermesine neden olacak cesareti, tanışıklığı kendisine vermediğim bu kadın “Bakacaksın o zaman” diyerek muzaffer bir edayla önce aramızdaki uzaklığı eski konumuna getirerek sonra giderek uzaklaşıyor.. 23,24,25,26,27……..Kadına müthiş sinirleniyorum aslında fakat; bu da belli olmuyor. Öte yandan anahtarımı bulmuş olması, dahası bana anahtarımı verme isteği benim gözümde onu bu öfke halesinden kurtarıyor…

Buyrun. Bankacı kadının; beyaz bir gömleğin ve az önce ayağa kalktığında gördüğüm siyah pantolunun içinde kesinlikle görünmeyen, hatta olduğundan şüphe duyduğum, şaşırtıcı bir biçimde neredeyse yok denilecek sureti ile karşımda durup, küçücük ve üzerlerini işaret etmek istercesine boyadığı gözkapakları olmasa asla fark edilmeyecek gözleriyle gözümün içine içine bakarak uzattığı kağıt; sigorta poliçeleri ve kapsamları ile ilgili…Evet düşündüğünüz şey… Evet hımmm…Bunu ben de düşündüm…Yani sigortalatacağınız şeyin çalıntı olmaması gerekir değil mi? Diğer yandan bu yazma bir “buluntu” ve en başında düşündüğüm şey şu an da geçerli, onu bir müzeye teslim etmeliyim…Fakat onu bir müzeye teslim edersem Muhsin’in benden istediği ve benim de yaşamak istiyorsam yapmam gereken şeyi nasıl yapabilirim? Acaba gerçekten yaşamak istiyor muyum? Lanet olası o upuzun kalas mesai bitimine hepi topu birkaç saat kala o upuzun öğleden sonra, yapışkan bir sıcağın hüküm sürdüğü temmuz gününde tam da ben ören yerinden geçerken sırtıma, dahası sırtımı ortalayarak omuriliğime düşmeyebilirdi…Evet! ve o zaman bu yazma kesinlikle bende olmazdı. Çünkü; benim aylak aylak sahaflarda gezecek zamanım olmazdı…işler yoğun olur bizim dairede…e malumunuz İstanbul….yer gök kaçak yapı…bir de tarihi eserleri koruma mevzusu olunca…Tarihi eser…İşte bu yazmayı hayatta kalmaya çalışırken korumanın bir yolu olmalıydı…Bunun parayla bir ilgisi elbette yok, tuhaf bir yolla da olsa kayda alınmış olmasının iyi bir fikir…neyse…Bankacı kızın yüzünde göz farlarını takip ederek bulduğum küçücük gözlerinin içine bakıyor olduğumdan pek de emin olmayarak, gözlerimi biraz da kısarak aynı dikkat ve ciddiyetle bu küçücük gözlere bakarak poliçe evraklarını aldım…

devam edecek:)

Jean Genet/Açık Düşman-ŞİDDET VE ZORBALIK

(…) “Şiddet ekonomik bir potansiyeldir.” Şiddet daha yukarıda yer alıyormuş gibi tanımlandığında veya betimlendiğinde, zorbalığın ne olduğunu söylemek gerekir: özgürlüğe son veren ve bunu özgür bir gerçekleştirme edimini inkar etme veya durdurma isteğinden başka sebep olmaksızın yapan teatral hareket veya hareketler. Zorbaca hareket özgür bir edimi kıran harekettir. (…) Zorunlu şiddet örneklerinin sayısız olması gibi, zorbalık olayları da sayısızdır çünkü zorbalık her zaman şiddetin karşısına çıkar. Gene, hayatın ta kendisi olan kesintisiz bir dinamiğin karşısına demek istiyorum. Zorbalık en beklenmedik biçimlere bürünür, ilk anda zorbalık olarak ortaya çıkarılamayan biçimler: düşük kiralı toplu konutların mimarisi, bürokrasi, kelimenin-gerçek ya da bilinen anlamda- yerine rakam koyma, trafikte yayaların yavaşlığına oranla hıza verilen ayrıcalık, makineyi kullanan insana göre makinenin üstünlüğü, adetlere üstün gelen yasaların düzenlenmesi, cezaların sayısal artışı, herkesin çıkarına olan bir bilgiyi engelleyen gizli tutma alışkanlığı, karakollarda tokatın yararsızlığı, polisin esmer tenlilere sen diye hitap etmesi, bahşiş karşısında dalkavukça yerlere kadar eğilme, kaz adımlarıyla yürüme, Haipong’un bombalanması, kırk milyonluk Rolls-Royce…Elbette ne kadar sayıp döksek, zorbalığın büründüğü ve kendini onlar aracılığıyla dayattığı çok çeşitli görünümleri andıran olayları tüketemeyiz. Ve devrimci şiddetin sürdürdüğü hayatın tüm o kendiliğinden şiddeti, örgütlü zorbalığı mat etmeye ancak yetecektir (j. Genet, Açık Düşman, Metis Yay.1994, syf:76-77/exlibrisMarsseh)

Marsseh: Bugün zihnimin gürültüsüne tezat sakin sessiz okumamı bu sayfalar uzun süre düşünmeme neden olacak şekilde böldü..Bir adam hırsız, Fransız edebiyatının lanetli yazarı, Hizmetçiler, Balkon gibi müthiş oyunların yazarı günlerdir süren 68 ruhu mu , yeni bir 68 mi tartışmasından, son olan olaylarda polisin kontrolsüz ve orantısız güç uygulamalarından, iktidar erkinin zorbalığına kadar şiddeti bir kez daha düşünmeme yardımcı oldu. Genet bu makaleyi 1977’de Le Monde’a ilk sayfadan yayınlanmak üzere gönderdiğinde Fransa oldukça karışmış. Ve yine aynı makalede Genet; polisin görevleri ve Özgürlükler Ülkesi(!) Amerika ve zorbalığı hakkında Ulrike’nin sözlerine yer vermiş. izninizle onu da alıntılamak istiyor ve her türlü şiddet içermeyen (kendiliğindenlik ve muhalefet içeren) özgürlük eylemine yöneltilen şiddeti, bu şiddeti haklı çıkarmaya çalışan zorbalığın kapital ve didaktik duruş ve söylemini kınıyorum.

(…) Polisler, psikoljik savaş taktikleriyle, gerilla eyleminin ayakları üzerine oturttuğu olayları tersine çevirmeye çalışıyorlar. Şöyle ki devlete tabi olan halk değildir, devlet halka tabidir; çokuluslu hisse senedi ortaklığına dayalı şirketlere ve onların fabrikalarına ihtiyacı olan halk değildir, halka ihtiyacı olan o pislik kapitalislerdir; polisin amacı halkı suçlulardan korumak değil, emperyalist sömürücülerin düzenini halktan korumaktır, halkın adalete değil, adaletin halka ihtiyacı vardır; bizim burada Amerikan birliklerinin ve tesislerinin varlıklarına ihtiyacımız yok, Amerikan emperyalizminin bize ihtiyacı var. Kişiselleştirme ve psikolojileştirme yoluyla, kendi oldukları şeyi bizim üzerimize yansıtıyorlar: Kapitalizm antropolojisinin kalıpları, maskelerinin, yargıçlarının, savcılarının, gardiyanlarının, faşistlerinin gerçekliği: Kendi yabancılaşması içinde kendinden memnun, sırf başkalarına işkence ederek, ezerek, sömürerek yaşayan, varoluşunun temeli mesleki başarı, terfi, diresek oyunları, başkalarından yararlanma olan; Üçüncü Dünya’daki ve buradaki birkaç milyar insanın yoksulluğundan, sömürülmesinden, açlığından ve sefaletinden zevk alan bir pislik (j. Genet, Açık Düşman, Metis Yay.1994, syf:80-81/exlibrisMarsseh)

Marsseh: Genet; The Black Panter Party, Amerikalı siyahlar, Filistinliler, Kızıl ordu fraksiyonu gibi oluşumların ya da grupların yanında yer almıştır. Şimdi bize okyanus aşırı demokrasi havariliğine soyunan Amerikanın neredeyse 1970lerin sonuna kadar ırkçı faaliyetler içinde olduğu, siyahlara yöneltilen suçlamalar ve yapılan duruşmaların kayıtları, tartışmaları belgelerle mevcuttur… Yine bize her fırsatta özgürleşme adı ve talebiyle “muhteşem amerika” örneğini sunanların kara panterlere yönelik yürütülen ırkçı saldırıları belki duruşma örnekleri ile okuması iyi olabilir….neyse ya….yaz yaz..sıkıntım bir gr. hafiflemedi..parmaklarım ağrıdı…okumak lazım….

Bir prova alır mıydınız…

(damat fısıltılı bir sinirle kendini sahneye atar.gelin derdini anlatmak istercesine onu takip eder)Ne demek ya ?

Gelin: Aydıncım evet hayatımı sonsuza dek seninle ve tek eşli geçirmek istiyorum fakat bunu yapamıycam..? (izleyicileri mahcup birbakışla selamlayarak-el sallayıp şirinliği abartabilir) (kararlı)bunu yapamıycam.

Damat:(Derin nefes alıp yerinde huzursuz birkaç devinimden sonra) Nurancım, canım bana bir daha söyler misin neyi yapamayacaksın ?burada insanlar da duysun.

Gelin:Sakin değilsin ama sen.

Damat: yook… yookk çok sakinim(sahte bir cesaret verircesine) hadi hayatım (derin nefes alıp huzursuz devinime devam ederek)

Gelin: Peki. (izleyicilere yine mahcup bir yarım bakışla) sahne fobisi olmalı.

Damat: (neredeyse çıldırarak) duydunuz mu? Sahne fobisi diyor üstelik bir tiyatrocu .

Gelin: (damata hafif sokulur gönlünü almak istercesine) Ya bahara falan geniş geniş şöyle açık havada falan kıysak

Damat: Neye?

Gelin: “Ne “neye?

Damat: Neye kıysak?

Gelin (olağan) haa..bizee…

Damat: Yok kesin ateşin falan var ( gelinin, alnını yoklar) ya birazdan soracak memur Nuran, kendi rızanla falan emin misin diye..lütfen ya….

Gelin: Anne diyorlar Aydın.

Damat: Kim aşkım?

Gelin: Bak sen de çoraplarını sorup duruyorsun..

Damat: Nerede aşkım?

Gelin: (sinirli) Gelecekte Aydın!! Gelecekte!!

Damat: hayddeee…

(Gelin omuzlarını sallar bu krizden çok uzak bir yerde endişelidir.)

Damat: Güzel gelinim, sinirli gelinim bir tanem bulurum ben çoraplarımın nerede olduğunu falan, çocuklar da üzmez seni tembihlerim.

Gelin: Hangi çocuklar ?

Damat : ehh yani ….ben de onu diyorum Nurancım hangi çocuklar? Hadi canım, bak gelecek şimdi kırmızı yakalı havalı bi memur burada kostümüyle ezecek bizi. Hem ne kadar zor olabilir ki? Bir evet tamam ben seviyorum bu adamı zaten ilk gördüğüm andan beri aşığım, hep bu günü düşledim, onsuz yaşayamam falan diyeceksin. Bu kadarcık.

Gelin: (şüpheyle) Bu kadarcık?

Damat: hıhı

Gelin: yok çok heyecanlıyım yapamıycam, karıştırıcam herşeyi, sufle falan mı istesek

Damat: Nuran saçmalama gelinim, ne suflesi?

Gelin: BulduMM. (keşfetmenin ışıltısıyla) ProvA. Minik bi prova alamaz mıyız aşkım hıı…(tüm kırılgan haliyle)

Damat: (düşünür) Peki. Ama nikah memurunu kim oynayacak?

(nikah memuru ilk sırada izleyicilerin arasındadır-çiftin dışında kimse bilmez) sahnenin karanlık bir köşesindeki askıda nikah memurunun kostümü aydınlanır damat memuru seçer)
Damat durumu memura : gördünüz gelin biraz heyacanlı yardımcı olsanız falan diye özetlerken kostümünü nikah memuruna giydirir ve bu mizansenle prova görünümünden nikaha geçilir:)

PS: sahnede izlemek mümkün olmadı, tiyatrocu arkadaşlarımızın sahnede süpriz nikahı için yazmıştım:) çok güldük sonra çok:) süpriz nikah severlere ilham dileğiyle:)

PEKİ, O ZAMAN HANIMEFENDİYE YOLU GÖSTER ALEX/Efsun Hanım – Büyülü ormanda geri dönüş için varoluşçu kırıntılar…

Ne kadar korkabilirsin diye sorduğunda bir ayağı çoktan yerden kesilmişti bile…tebessümü kesin ve keskindi…”hiç” dedim. Yalan söyledim.tebessümü biraz daha gergin yayıldı yüzüne.

Gergin: kitapları defterleri kaplamak için kullanılan renkli jelatinleri biraz daha çekiştirmek…

Hiç: büyük yalan.

Hayatımın geri kalanını pis bir hisle geçirmeyeyim diye atlamadığını, yüksekte-yerde olmayan ayağını diğer ayağının yanına tumturaklı bir edayla indirip gösterişli bir el devinimiyle sanki bu kareye dolan müziğe eşlik ediyormuşcasına, sanki ispanyol dansına hakim ve hatta bir ispanyolmuşcasına …kendimden nefret etmemem için benimle dans ettiğini biliyorum..beni çok sevdiğini, onu çok sevdiğimi biliyorum….

“Gerçek bu değil” diyor Alice ayaklarını henüz öğrendiği izlenimi uyandıran dansa alıştırmak istercesine…aynı anda öğrenmeye çalıştığım bir dilin fonetiğinde geziniyorum.. “Alice senin kahramanın değil” diyor kraliçe…

-Sen de kraliçe değilsin diyorum…ne kabalık!.

Kaba: kıvrılmasını istediğiniz yönün tersine bir kat çizgi-kesik atmadan asla katlayamayacağınız mukavva.

-Onlarca iyilik yaptım senin için!

Herhangi birinin herhangi bir yerde sizin için yaptığı, yapabileceği bir iyiliğin emin olun sizin zekanız ve algınızla büyük bir ilişkisi vardır diyor. İyilik mi yardım mı? Üstüne basarak çok net “iyilik” diyor..ne kadar da izafi..hıh diyorum.

…..
Apar topar çıkıyorum, henüz ısırdığım ve yutmaya vakit bulamadığım kurabiyenin parçaları büyüyor ağzımda…Aydan çalınmış gizemli bir şey yiyor gibiyim..Kurabiye büyüyor, düşünce ve endişe büyüyor..Sağda inmeliyim..

Ötenazi hakkımı istiyorum..bugün…diyor…gözlerimi kocaman açıp bakıyorum..bunca güzel bir kadın…nasıl olur bunu söyler? onca yıl sonra her şey çok iyi gitmişken…her şey çok iyi gidiyorken..

….bugün….pembe bir çamaşır ipiyle boğulmak fikri…ayağımın takıldığı 7.caddedeki aralıkta ayağımın boynumla birlikte kırıldığı fikri…çok ama çok uzakta herkesin unuttuğu bir japon amcadan ya da dededen bir kılıcın ya da bir gurur borcu harakirinin miras kaldığı (ne demekse) fikri incitmiyor…bugün…pink floyd “devision bell” dinleyerek hiç de üzülüp ah etmeden “tamam” diyorum: “tamam genç; bahşiş fena fikir değil” …..

Herşeyin tasarısı beklentiler ölçüsünde iyi ya da kötü olabilirdi….izafiyet bu denli sinir bozucuyken bir de dili zaman geçmişin nefret arabesk tadı….tanıdığım yerde değil, hatırladığım yerde ikamet ediyor artık…efsun hanım….elleri heykel sanatının simya ile bir ilişkisi olup olamayacağını sorduracak denli usta. beynimden yeşil sıvılar akıyor..bir süngere olan benzerliğimi böyle bir sıvı kaybında keşfetmem dehşetengiz…

Ötenazi:
Bir sürü soru sorulabilir . bu bir sürü soru sormaya çoklukla sizinle bir miktar ilgili bir yığın ya da üç beş kişi hazırdır….
Aaaaa ama neden..
Ay ne sevimsiz
Modern sanatları gezelim mi
Sen sürpriz seversin
Ay ben bişey mi yaptım
Geçtiğimiz aylar boyunca aramadım diye mi? Ama biz kızlar hallederiz bunları aramızda
Cidden verecektim kitabı
Yeşil nane yaprağı çok iyi gelir..buzlu çay..britanya usulü bir vakarla…? Hadi?
Eminsin yani
Ay ne yaptık biz ya….

Ötenazi:
Hep istekliydi
Bayılırdı şairlerden dize aşırmaya en çok da “suçu maddenin tabiatına atıp kaçacakmış”a
Yok olacakla öleceğe
E keyfi bilir…kupa kızı sende mi..
Hıhı öyleymiş….kaçıncı kat..bu elimdekiler çok ağır….

Tebessüm..tebessümün eyleme oranla fikir hali sanki daha doygun..sanki daha dolu…öyle mi….izafiyet….bir terasta içilen yeşil çayın ne denli güzel ve sakinleştirebilir nitelikte olduğunu izah edecek yegane kelime….izah? izafiyete ne uzak…o halde kişinin ikna edilebilirlik limitinden bahsediyorsunuz… Uzun, çok uzun bir sabah çay içiyoruz bitimsiz bir gökyüzü altında, bu kenarda, unutulmuş terasta efsun hanımla….bana bugün herzamankinden sahtekar görünüyor, herzamankinden aklı karışmış…bugün sanki kukla iplerini emanet edecek güvenilir birini arıyor…onlarca kez kandırdığı, beklettiği, üzdüğü, kırdığı birine güvenebileceğini biliyor çünkü; yokluyor elleri, olması gereken yerde fantastik, süslü ve gizemli bir hançerin izi yok…gülümsüyorum….efsun hanım, pis düzenbaz…eve git ve lütfen biraz uyu diyorum….neden bilmiyorum, sözümü dinliyor….

*A.Camus, “ Başkaldıran insan” a eşlik için….

High Hopes…