İki genç… Kaderlerini oynuyorlar… Bir durakta başlıyor herşey… Ve sonrasında o kadar çok seviyorlar ki birbirlerini; birbirlerine “senin için ölürüm” diyorlar… Sonra birden bire değişiyor mutlu ve huzurlu bir düzlemde giden hayatları. Aşk nefrete dönüşüyor… Ama hiç birşeyin göründüğü gibi olmadığı bu fani dünyada, bu aşk hikayesinde olanlar da göründüğü gibi bitmiyor… Senin İçin Ölürüm from asimyildirimcom on Vimeo.
Etiket: karia
Hüsran..
Nesnelerin Hakimiyetindeki İnsan
Sahip olduğumuz nesnelerin, zamanla bize sahip olmaya başladıklarını hiç fark ettiniz mi? İlk önce yaşamımıza sessizce girerler, sonrasında yavaş yavaş bize hakim olmaya ve yaşamımıza yön vermeye başlarlar. Bizim için büyük anlamlar taşıyan bu nesneler, kimi zaman bir sevgilinin armağanıdır, kimi zaman da baba yadigarı eski bir saat. Ne olursa olsun, her şeyden çok değer veririz onlara, bazen kendimizden bile çok..!
Alacağımız yeni ayakkabı, sevdiğimiz kahverengi pantalona uygun olmalıdır, gideceğimiz yerde arabamıza uygun bir park yeri bulunmalıdır, çocuğumuzun yeni okulu evimize yakın olmalıdır. Tatile çıktığımızda çiçeklerimize su dökecek birisi ayarlanmalıdır. Her biri masum görünen bu isteklerin görünmeyen kahramanı nesnelerdir.
Sahip olduğumuz nesnelere derin anlamlar yükleriz. Zamanla bağlanır, yaşamımızda söz sahibi yaparız onları. Hayatımızın kontrolünü sessizce ele geçirmelerine ve kararlarımızı etkilemelerine izin veririz. Sonunda onların hakimiyetindeki bir yaşama adım attığımızı göremez hale geliriz.
Nesneler, yaşamımızı anlamlı kılmanın araçlarından birisi olmuştur günümüzde. Bir şeylere sahip oldukça yaşadığımızı hisseder hale gelmişizdir. Masum görüntüsünün altında, statünün ve belli bir yaşam biçiminin de göstergesi haline gelmiştir nesneler. E. Fromm, sahip olma güdüsünün olumsuz etkilerini ve sahip olunan nesneyle özdeşleşmenin “ben o şeye sahip olduğum için benim” anlayışına dönüşen biçimiyle tehlikeli olduğunu belirtmiştir.
Bir şeylere sahip oldukça özgürlüğümüzün arttığını düşünürüz hep. Bir telefon, iletişim özgürlüğüdür bizim için, bir araba ise seyahat özgürlüğü. Peki, telefonu evde unuttuğumuzda kaçımız geri dönmez? Ya arabamızı, bıraktığımız yerde bulamazsak? Ayrıca, ne kadar çok şeye sahipsek o denli güvende hissederiz kendimizi. Ev üstüne ev alırız. Doğduğumuz günden bu yana bunun doğru olduğu öğretilmiştir bizlere. Ancak sahip olduğumuz şeyler arttıkça, sırtımızda bir yük varmış gibi hantallaşır, hareket alanımız sınırlanır ve düşüncelerimizi onlarla meşgul etmekten kendimizi alamayız.
“Büyük bir servet büyük bir köleliktir” demiştir Seneca. Ne kadar çok şeye sahipsek, onları kaybetmekten o kadar korkar hale geliriz. O kadar korkarız ki, onları korumak için evimizi demirlerle örer, sigortalar yaptırırız. Sahip olduğumuz serveti tehlikelerden korumak için yine bir servet harcarız.
e-motivasyon
Hayat ve Ölüm
Çiçek açan iğdelerle ıhlamurların tatlı kokusu sabah rüzgârına karışarak fısıldar:
Hayat var oğlum.
Türkan Hanım’ın haberi gelir, başka bir ses fısıldar:
Ölüm var oğlum.
Ölümle hayat, iki cam ustası gibi karşılıklı oturup aynı kürenin içine üfleyip dururlar.
Bir kararır kürenin içi, bir rengârenk cıvıldaşır.
Ölüm gelir dokunur, anlarsın ki hayat bir saçmalıktır.
Birden bütün renkler solar, silinir, yok olur.
Kavgalar, kızgınlıklar, öfkeler ateşe tutulmuş incecik bir cam gibi eriyerek biçim değiştirir.
“Ne anlamı var” diye sorarsın.
“Bir anlamı yok aslında”dır bunun cevabı.
Ölümün varlığını hissettiğinde hayat bütün manasından soyunur.
Çıplak ve sıkıcı bir gerçek olur.
Bu kadar kısa bir süre için, evrenin en ücra gezegenlerinden birinde varolan bir canlının ihtirasları, arzuları, istekleri, mücadeleleri, bunlara ölümün üstüne basarak baktığında, küçülür, kurur, anlamsızlaşır.
Ve merak edersin, “biz ölümün varlığını nasıl unutuyoruz?”
İğde çiçeklerinden gelir cevap.
“Bu da hayatın mucizesi.”
Esas mucize budur herhalde.
Ölümün yanında ölümü unutarak yaşayabilmek.
Hayatı sonsuz sanabilmek.
Biteceğini bile bile hiç bitmeyecekmiş gibi yaşayabilmek.
Bu büyük yanılgı, bu büyük aldanma, hayatı güzel ve anlamlı kılan.
Bütün manasını bir aldanmadan alır hayat.
Bunu bilir…
Ve, bunu da unutursun.
Hayat, hep unutturur.
Ölüm, hep hatırlatır.
Unutuşla hatırlayış arasında gerilen bir ipte yürürsün.
Ölüm yokmuş, yaşadığın an sonsuza dek hep aynı biçimiyle sürecekmiş gibi hissedersin bütün duyguları.
Değil bütün bunların bir gün biteceğini, değişeceğini bile, o ânın içinde yaşarken kavrayamazsın.
Ölüme doğru yürürsün.
Yaşamak dedikleri, budur.
Ölüme doğru kısa bir yürüyüş.
Yok olmaya doğru bir seyahat.
Hep bunu unutursun.
Unutmak istersin.
Ölüm gelir hatırlatır.
“Yok olacaksın, her şey anlamsız.”
Hayat gelir unutturur.
Bir sihirbazın eğlenceli el çabukluğu vardır hayatta.
Sana, “bütün insanlığı” gösterir, hiç bitmeyen, hiç durmayan, sürekli kımıldanan, ilerleyen, varlığı eksilmeyen, bitmeyen o sonsuz akışı gösterir sana.
Öyle büyük, öyle görkemli, öyle güçlü bir akıştır ki bu ve o kadar uzun zamandan beri akmaktadır ki ve öylesine sonsuzdur ki “bitiş” çıkar gider aklından.
İnsanlığın bir parçası, sonsuzluğun bir zerresi olur, yok olacağını aklına bile getirmeden yürürsün.
Sonra ölüm gelir.
O üfler soluğunu cam kürenin içine.
Her şey kararır.
O sonsuz kalabalık kaybolur, tek başına, çaresiz ve güçsüz bir insan kalır karanlığın içinde.
Her şey karanlık ve anlamsızdır o anda.
Bütün duyguları, düşünceleri ve çabalarıyla silinip gidecek olan, yaşadığı her an biraz daha solgunlaşıp eksilen küçücük bir kıpırtı.
Çaresiz bir zavallı.
Birden hayat gösterir kendini.
Uçsuz bucaksız, sonsuz bir kalabalık.
Her eksileni tamamlayan, her bitişle çoğalan muhteşem bir geçit töreni.
Her duygunun, her düşüncenin, her davranışın bir ışığa kavuştuğu görkemli gösteri.
Kendini bir “insan” gibi değil, kendini “insanlık” gibi hissettiğin o muhteşem yanılgı, o tuhaf gerçek.
Yanılgıyla gerçeği “aynı şey” yapabilmektir hayatın unutturan mucizesi.
Ve, hem bir insan gibi…
Hem de insanlık gibi yaşarsın.
Yaptığın her şey, parçası olduğun sonsuz akışa bir şeyler katar, çoğaltır, büyütür, renklendirir.
Kimi kalabalığın üstüne avuç avuç yıldız tozları serpiştirir, kimi minnacık bir damla bırakır.
Ama herkesten bir küçük işaret kalır.
Kimi görünür, kimi görünmez.
Hepsine yer vardır hayatın içinde.
Daha fazla bırakanlar daha fazla hatırlanır.
Ölüm bütün bunları kenara itip sana “bir insan” olduğunu hatırlatsa da…
Hayat gelip “insanlığı” gösterir, “yürü” der, “ her şeyin anlamsız olduğunu unutarak yürüyecek mucizeyi içinde taşıyorsun.”
Yürürsün.
Ölenler için duyduğun keder, seninle birlikte katılır o kalabalığa.
Ahmet Altan – 19.05.2009 / Taraf Gazetesi
Yapay Zeka, Film
Yapay Zeka filmi Tür : Bilim Kurgu / Fantastik / MaceraGösterim Tarihi :5 Ekim 2001Yönetmen : Steven Spielberg Senaryo : Brian Aldiss , Ian Watson , Steven SpielbergGörüntü Yönetmeni : Janusz KaminskiMüzik : John WilliamsYapım : 2001, ABD , 145 dkOyuncular:Haley Joel Osment (David Swinton) , Jude Law (Gigolo Joe) , Frances O´Connor (Monica Swinton) , Sam Robards (Henry Swinton) , Jake Thomas (Martin Swinton) , Brendan Gleeson (Lord Johnson-Johnson) , William Hurt (Professor Hobby)
Konusu:Onbir yaşındaki bir çocuk olan David, dış görünüşüyle yaşıtlarından ayırt edilecek bir özelliğe sahip değildir. Gerçekten sevgi dolu bir yüreği vardır. Fakat kendisi gerçek değildir…21. Yüzyılın ortalarında bir mucit, kendi varlığından haberdar olan (yani özbilinç sahibi) yeni bir tür bilgisayar geliştirir. Bu icadın temel amacı, kendini insan yerine koyarak, insanlığın ortak sorunlarına (kutuplardaki buzun eriyerek dünyayı sel altında bırakması gibi) çözüm bulmasıdır. Bu tür yapay zeka çeşitli robotlara monte edilir. Bunlardan biri, bir çocuk formundadır. Ve özbilinç sahibi bu robot, günün birinde basit bir makineden daha fazla birşey olup olamayacağını merak etmektedir…
BÖLÜM 1
BÖLÜM 2
BÖLÜM 3
Kaynak:Yahoo Video