Televizyon icat edildi mertlik bozuldu

Castaneda ile Don Juan’ın bi lokanta sahnesi vardır hani, boşalan masalardaki yiyeceklere üşüşen aç çocuklarla ilgili.

Castaneda bu çocuklara acımış hatta böyle çöp toplayıcı yetiştirilmelerini de yargılamıştı. DJ ise ona, kısaca “sen kendine bak önce” ! Sen kimsin ki ona buna acıyorsun demişti.

Ben bu durumu 12 yaşındayken deneyimledim. O zamanlar kısa bir süre için Sivas’ta yaşıyorduk. Bir yaz günü civar bir köye gezmeye gittik. Yol çok uzundu, hoplaya zıplaya canımız çıkmıştı. Sonunda toprak tümsekleri üzerinde ineklerin otladığı bir yerde durduk. Köye geldik dediler. Ben şaşırdım tabi, ortada ev filan yoktu. Arabadan inip biraz dolaşınca iş anlaşıldı, meğer o tümseklerin altı evmiş! Ortada koşturan kırmızı yanaklı gayet sağlıklı çocuklar vardı. Uzun süre buğdayın dövenle sap-saman ayrılma işlemini seyrettim, ilk kez gördüğüm için ilginç gelmişti.

Sonra akşam eve dönünce bana bir hüzün çöktü. Oradaki çocuklariçin müthiş bi acıma hissiyle dolmuştum; ev sayılmayacak evlerde oturuyorlar ve çoğu Sivası bile görmeden orada ölüyorlardı! Üç gün yemek yiyemedim.

Sonra birden ayıldım! Kendi kendime aymıştım. Kendim bana dedi ki: “Hay sersem kızım, insanlar ancak sahip olduklarını yitirdiklerinde ya da varlığından haberdar oldukları şeye erişemediklerinde mutsuz olurlar. O köydeki çocuklar senden daha mutlu ve sağlıklı. Herhangi bir yoksunluk duyguları yok. Sen sadece empati yaptın ve kendin adına asılsız bi acıma icat ettin!”

Çok rahatlamıştım ve normal hayatıma döndüm.. Ta ki Televizyon icat edilene kadar gayet iyiydim. TV ler yayılırken, köylere, nahiyelere, şehirlerin yoksul evlerine girip baş köşeyi aldığında bendeki eski yara nüksetti! Çünkü artık onlar dünyayı görebiliyorlardı ve kendileri adına yoksunluk hesabı çıkartabilme lüksüne(!) kavuşmuştular. Yine üzüntü bastı beni ama artık yetişkindim ve bu duygulara paçamı kaptırmadım! (tercümesi hayat gailesi yoğundu ve bu durum hislerin örtülmesine sebep olmuştu)

Muhtemelen durumu, Castaneda ile aynı dünya yılında kavramıştık, ben 12 yaşındaydım, CC de 0tuzlarında filan.

Son söz: Televizyon icat edildi mertlik bozuldu.

Yorumlarımız:

  • Hanife Altuntas

    senin ve castanade’nın yaşadığı şeyi biçoklarımız deneyimlemiştir..ben de böyle durumların içinde olduğum anlar kendimce çok üzülür ve sistemi vs sorgulardım. Don Juan’ın castanade’ya söyledikleri bende ki o hali bıçak gibi kesip attı..bazı zamanlar o duygu gelir gibi olur ama hemen hatırlarım.bilgi insanı olma yolunda, görece varsıllık değerlerimizin ve iyi yaşam koşullarının bir üstünlük olmadığını, acıma duygusunun sadece kendimizle alakalı zaafların bir sonucu olduğunu kavrarım..

    Sibel Atasoy harika

    Esra Akkaş acıma hissinin içindeki o gizli kibir öyle bir şey ki, bence onu hisseden kendine “acımalı” 🙂

    Hanife Altuntas kişi kendine acımamalı, tam tersine kendine karşı acımasız olmalı..kendine karşı acımasız olan, başkalarına karşı da acımasız olur..burada bahsedilen acımasızlık, kendine acımanın tam tersidir ve bence hayati öneme sahiptir. kişide çok iyi saklanır ve onu takip edip yakalayabilmek için usta bir avcı olmak esastır.

    Sibel Atasoy iz sürücü, kendi izini sür sevgili 🙂
  • Esra tabi 12 yaşındaki bir kız çocuğunu bu açıdan yargılamıyorum. normal ve olağan şeyler. ama insan olgunlaştıkça kendini ayrıcalıklı ya da özel gibi hissetmemeli karşısındaki ne durumda olursa olsun. edep ederim.. bu arada ben o evleri merak ettim acaba özel bir ismi var mı?

    Sibel Atasoy aa yok o zaman ben büyümemişim hala Esra hanım, çünkü ben kendimi hala özel, biricik, ben’im hissediyorum, tabi herbir insanı hatta yaradılmış olan her bi şeyi birricik özel görüyorum 🙂 Bu sebeple kendim dahil hiç kimseye acıyamam

    Esra karşılaştırmalı bir özel olma durumundan bahsediyorum. mesela sizin benden benim de x ten daha özel olmam gibi bir şey 🙂 herkes özeldir.. ben şanslıyım ben özelim, sen şu durumda olduğun için şuna sahip olmadığın için değilsin gibi bir şey

    Hanife Altuntas

    sanıyorum, burada bahsi geçen duygu hali ayrıcalık hissinden çok diğer çocuklara acıma..castaneda, yemek yediği otelin dışındaki masaların etrafında toplanan çocuklara da aynı hissiyatı besliyor..artıklarla beslenen çocuklardır bu ve bir castaneda da acımayla karışık utanma hali yaratır bu durum.kendi durumunun daha iyi, bu çocuklarınsa en baştan çizilen kötü kaderleri içinde daha içinden çıkılmaz bir halde olduklarını düşünür..ama bu algısı, öğretilmiş bir algıdır.ve zaten DJ bunu kendisine çok iyi ifade edecektir..

    Sibel Atasoy Anlatmak istediğini anlamıştım ama yine de açık olsun diye üstüne dokundurdum Esra hnmcım
  • Hanife Altuntas işin içinden çıkılması en zor yanı da, bu acıma hissinin “insani” birşey olduğuna dair öğretilmişlik hali.

    Sibel Atasoy süperrr

    Esra ‎:) 🙂 anladım Sibel hanım zaten beni anlayacağınızı biliyordum. bir de tepeden bakarak kimseye yardım edemeyiz. kendimizi eşit hissetmeden bunu tam anlamıyla yapmak zor.
  • Hanife Altuntas başkalarına yardım etme konusunu bana hep çok ilginç gelir.nedeni de sanırım şu: ben dediğim zat, yardıma muhtaçken,- ki bunu onu hazırlıksız yakaladığım her an görebiliyorum- nasıl olurda başkalarına yardım etmekten söz edebiliyorum diyorum..bu kimi zaman bana kendi gerçekliğimden kaçmak, kimi zamanda kendimi aldatmak gibi geliyor ve hepsi de aynı kapıya çıkıyor sanırım.

    Esra kendi yaşadıklarımdan yola çıkarak diyebilirim ki insanların dışarıdan bakınca ” yazık, kötü ” olarak nitelendirdikleri durumların içindeyken, aslında hiç de öyle durumlar olmadığını gördüm. hatta nasıl görünürse görünsün her zaman her şey harika ve mükemmel hissini yaşıyorsunuz böyle zorlu durumlarda

    Sibel Atasoy TV konusuna ben dokunayım bari :))) Eskiden kültürümüzde yediğinden giydiğinden uluorta bahsetmek ayıp sayılırdı; çünkü imrendirme ihtimalinden çekinilirdi. Bugün TVlar, hepsi sözleşmiş gibi, aynı şeylerden bahsediyorlar ve bunlar hesapsız para gerektiren durumlar. Kimse çıkıp kendi özgün hikayesini anlatmıyor, yediğini değil gezip gördüğünü anlatmıyor. Köyün dağın yaşayanlarından iz yok TV larda. Öyle hikayeler yapıyorlar ki, tasını tarağını topla kaç oralardan gibi. Buğdayı nerden gelir, sütü yumurtası ekmeği kimsenin umrunda değilmiş gibi! Bu komedi-dramalar nedense dikkat çekmiyor, herkes sanki çok normalmiş gibi seyredip gidiyor
  • Esra ben de ona çok takmış durumdaydım bir ara. çok izlenen dizilerdeki aşırı lüks tüketim ve yaşantı. buna sahip olan ne kadar küçük bir azınlık var halbuki ama hepimiz izliyoruz!
  • Hanife Altuntas istisnaları var ama sibel..ntv de pazar günleri “doğada tek başına” diye bi program var.serdar kılıç – ki ben ona savaşçı diyorum- parasız pulsuz nasıl yaşanır, nasıl mutlu olunur, doğaya geri dönüşün yolları nelerdir yaşıyor ve anlatıyor.herkese tavsiye ederim bi bakın lütfen. ben her izlediğimde, içimde tarifsiz bir özlemle doluyorum..kaynaklarımızdan köklerimizden koptuğumuzu, geri dönüşe imkan vermediğimiz bir yola çıktığımızı ama her daim, orayı, doğum yerimizi arayıp hasretini çekeceğimizi hissediyorum..

    Sibel Atasoy İstisnalar kaideyi bozmaz 🙂 biliyorum öyle hoş şeyler var ve her TV’nin kanunen zorunlu tutulmuş halkı aydınlatma görevllerne ayrılmış küçü kbi pay. Hoş bizimkiler bu zorunluluğu,yemek tarifleri ve ssağlık programlarıyla aşmayı beceriyorlar yine de. Siz hiç bi dizi de ya da haber programında, kameranın kitap okumakta olan birine zum yaptığını gördünüz mü?
  • Hanife Altuntas dün bir magazin programında kadının biri, “kendimi insan gibi hissettim, topuklu ayakkabı giyip makyaj yaptım” diyordu:) antenleri biraz ince ayara getirdiğinizde, manipülasyonu görebiliyor ve gülümseyerek izleyebiliyorsunuz.

Bazı kavramlar

Zamanın (kendimin), -o tıpkı sihirli bir geyikmişcesine- peşinden koşuyorum.. Yakalamak ne mümkün; ama bazen yorulup bi ağacın altına çöktüğünde gelip yanına konuşuyor. Biliyo ki yorgunsun ve nasılsa onu yakalayamazsın. Rahat rahat yanaşıyor, en inanılmaz öykülerini fısıldıyor kıkırdayarak.

**

Rüyaya ilk kez simcity oynarken uyanmıştım. Galiba 90 yılıydı. Ondan sonrası lucid rüya ile bilinçsiz rüya arasında kaymalarla geçti. FRP ise yönttemleri keşfettirdi, isimleri koydu. OK, kendi sentezim oldu ve sonra CC tasdik etti. Tabi tüm bunların öncesi aralarda sayılmayacak denli aşamalar oldu, yalnız olmadığımı hissetiren öğretmenler, nadir de olsa bi kaç dost ve vizyonlar, şimşek çakmaları… Hayat ne güzel bi şeysin.

**

Işık hızında olma” kavramını ben çoğu kez, eylemi yaptığımız anda tam bilinçli olmak, eylemin tüm bağlantılarını biliyor olmak diye tarif etmiştim.(bozon vs tam sipinli varlıkların alanı)
Farkındalığı ise, eylemi gerçekleştirdiğimiz an ile onun tüm vechelerini bildiğimiz an arasındaki zaman aralığı olarak tarif ediyorum. Bu aralık kısaldıkça farkındalık ışığı artmaktadır, çünkü ışık hızına yaklaşılmaktadır.
Salınımcıların (takyon evreni)dünyasında olmak sanırım sürprizlere pek yer bırakmıyor.

**

4 yön 4 rüzgar 4 kadın

Dört tür rüzgar vardır. Dört yön gibi. İlk rüzgar meltemdir, sabahtır. Umut ve parlaklık taşır, günün müjdecisidir. Gelir, gider ve her yere girer. Kimi zaman yumuşak ve anlaşılmazdır, kimi zamansa dırdırcı ve sıkıcı. Bir başka rüzgar da yeğin rüzgardır, sıcak, soğuk ya da ikisi birden olur. Gün ortası rüzgarıdır bu. Tüm gücüyle ama tam bir körlük içinde eser. Kapıları zorlar, duvarları devirir. Büyücünün yeğin rüzgarla aşık atması için aşırı güçlü olması gerekir. Öğleden sonrasının soğuk rüzgarı gelir sonra. Hüzünlü ve yorucudur. Bir an olsun erince kavuşmana izin vermez. İliğine dek üşütür seni. Nagual bunun göründüğünden derin bir şey olduğunu ve peşinden koşmanın zahmete değmekten de öte bir şey olduğunu söyler. Sonuncusuysa sıcak rüzgardır. Her şeyi korur, ısıtır, kaplar. Büyücüler için bu gece rüzgarıdır. Erki karanlıkla birlikte sürer. Meltem doğudur. Soğuk rüzgar batı. Sıcak rüzgar güney. Yeğin rüzgarsa kuzey. Her birinin kişiliği vardır. Meltem neşeli, kaygan ve kaypaktır. Soğuk rüzgar melankolik, kafadar ve daima düşüncelidir. Sıcak rüzgar mutlui terk edilmiş ama canlıdır. Yeğin rüzgarsa güç dolu, buyurgan ve sabırsızdır. Dört rüzgar da kadındır. Eğer bir kadın, sesini kısar da kendisiyle konuşmayı bırakırsa, rüzgarı gelip öylece alıverirmiş onu.

CC

Düşüncelerin kavranamaza doğru attığı perende

DJ, düşüncelerin kavranamaza doğru attığı perende konusunda CC’yi aydınlatmaya çalışırken şöyle söylüyor: “Öykü anlatmak, yalnızca algı sınırlarını genişletmek için öncü koşucu göndermek değil aynı zamanda, kusursuzluğa, erke ve tine bir geçit, bir kapı açmak demektir. Calixto Muni’ninki gibi bir öyküyü alıp sonunu değiştiren bir büyücü bunu tinin doğrultusunda ve onun desteği altında yapar. Çünkü o, niyet ile olan eşsiz bağını kullanarak gerçekten bir şeyleri değiştirebilir. Öykü anlatıcı büyücü şapkasını çıkarıp yere koyar ve onu saat yönünün tersi doğrultusunda üç yüz altmış derece döndürerek buna niyet ettiğini ima eder. Tinin desteği altında, bu basit eylem onu tinin kendisine daldırır. Böylelikle düşüncesinin kavranamaza doğru bir perende atmasına izin vermiş olur.  Öyküyü anlatan büyücü içinde kuşkunun zerresi olmadan bilir ki, orada sonsuzlukta, tam şu anda, tin inmektedir.” (Sessizliğin Erki)

CC serisinden öylesine ilk elime gelen öykü on ikinci kitap olan Sonsuzluğun Etkin Yanı’nın sonlarında yer alıyor. CC bu öyküyü özetleme esnasında hatırlıyor ve gönül borçlarına örnek olarak ayırdığını söylüyor. Öykü, CC’nin çocukluk yıllarında tanımış olduğu Leandro Acosta ile ilgilidir. Büyükbabasının baş düşmanı, başının belası olan adam, bağımsız biriydi, kumarbazdı, kalıcı düzgün bir işi yoktu ama bir sürü işin de ustasıydı. Kerameti kendinden menkul bir şifacıydı, avcıydı, bölgedeki şifalı bitki satıcıları için bitki ve böcek örnekleri, doldurulmuş hayvan yapımcıları ya da evcil hayvan mağazaları için her cins kuş ya da memeli türleri toplardı. İnsanlar onun yığınla para kazandığına, ama bunları biriktirmeyi ya da bir işe yatırmayı beceremediğine inanıyorlardı.  Bay Acosta ile küçük CC oldukça ilginç bir durumda karşılaşırlar, bir süre söyleşiden sonra adam CC’yi akla sığmayacak bir iş yapmak üzere ikna eder. Mesele sağlıklı durumda bir akbaba yakalamakla ilgilidir. Acosta, bölgedeki devasa akbabaların kanat açıklıklarının iki metre kadar geldiğini, vücutlarında yedi tür et bulunduğunu ve bu etlerin değişik özelliklerde şifacılık amaçları için kullanıldığını anlatır, ancak bunların makbul olabilmesi için yaralanmadan yakalanmaları gereklidir. Adamın akıllara durgunluk verici bir planı vardır: Önce ölmüş bir eşeğin içini boşaltacaklar ardından da içine tahta parçalarından destekli bir boşluk oluşturacaklardır. Eşeğin içinden çıkmış bağırsak ve diğer iç organları hemen gerisinde bir yırtıcı oralara saçmış gibi bırakılacaktı. Eşeğin içine girecek ve orada pusuya yatacak olan çocuk CC, kral akbabanın tuzağa düşmesini bekleyecektir. Ve o gelip ölü eşeğin kıçını yırtıp başını içeri soktuğunda, onu iki eliyle sıkıca yakalayacak ve Bay Acosta’nın avenesiyle birlikte gelip akbabanın başına çökmeleri için gerekecek zaman boyunca onu zapt edecektir. Bu planı baştan kabul etmiş ve sonra tüm korkusunu yenerek gerçekleştirmiş olan küçük CC’nin aslında ne kadar büyümüş olabileceğini tahmin etmek güç değil. Öykünün CC üzerinde bırakmış olduğu etkiler ve sizin üzerinizde bırakabileceği muhtemel etkiler için kitabı okumanız gerekecek.

Şüphesiz benim bu öyküyü özetlememin hiçbir etkileyici özelliği olamaz; çünkü öykünün ruhu ve içinde geçen simgeler, ancak anlatanın ağzından gelişi güzel(!) dökülen kelimeler ve cümlelerin ardına gizlenmiş olabilirle

Bilinçlenme yolculuğu-2

Öykü zanaatı: “Öyküler ilaçtır. Onların böyle bir gücü var; bir şey yapmamızı, olmamızı, etmemizi şart koşmazlar, sadece dinlememiz yeterlidir. Yitirilmiş bir psişik dürtünün onarımı için gereken çareler, öykülerin içinde bulunur. Öyküler, arketipi kendiliğinden tekrar yüzeye çıkaran heyecanı, üzüntüyü, soruları, özlemleri ve anlayışları doğurur. Öykü ve şiirin dili, düşlerin dilinin güçlü kız kardeşidir.” Diyor C. Estes.

Şiirin doğuşu ve vizyonunu ise C.Caudwell şöyle tanımlıyor: “Şiiri, günlük konuşmanın yüceltilmiş bir biçimi olarak tanımlayabiliriz. Bu yüceltme onu sıradan konuşmadan ayıran ve ona gizemli, biraz da büyülü bir güç veren biçimsel bir yapıyla (ölçü, uyak, söz yinelemesi vb) kendini gösterir. Yinelemeler, eğretilemeler, karşıtlıklar vardır; biçimsellikleri yüzünden şiir sayarız onları biz. Şiir, özellik bakımından şarkıdır; şarkı ise ritmi gereği hep birlikte söylenen bir şeydir, bir kolektif coşkunun anlatımı olmaya yatkındır. “Yüceltilmiş” dilin sınırlarından biridir bu. Dansla, ayinle ve müzikle karışmış halde şiir, kabilenin içgüdüsel enerjisinin büyük anahtar tablosu(switchboard) olur; kabileyi, yakın nedenleri ya da mutlu sonuçları görünürde olmayan, içgüdüyle kendiliğinden kararlaştırılamayan bir dizi kolektif eyleme yöneltir. Şiir, insanların yüreklerindeki ölümsüz istekleri değiştirmeksizin, yüreği yeni bir amaca uydurur. İnsanı, daha üstün bir gerçeklik dünyası olduğu için, içinde bulunduğu gerçeklikten daha yüce olan hayal dünyasına atarak yapar bunu: Henüz gerçekleşmemiş, daha önemli bir gerçekliğin dünyasıdır bu; gerçekleşmesi, ona hayali olarak katılan bu şiire gereksinme gösteren bir dünyadır bu. Bu dünyada her hataya yer vardır; çünkü şiir henüz dokunamadığımız, koklayamadığımız ya da tadamadığımız için şairane olan, hayal olan bi şey sunmaktadır. Ama ancak bir yanılsama aracılıyla, başka türlü var olamayacak bir gerçeklik haline dönüşebilir. Bu yüzden, şiirdeki “hakikat”, şiirin soyut ifadesi –içerdiği olgular- değil fakat toplumdaki dinamik –içerdiği kolektif coşku- rolüdür.”

Bin bir gece masallarının tatlı dilli öykü anlatıcısı Şehrazat, zorba kral Şehriyar’ı dize getirmekle kalmamış ondan yepyeni bir adam oluşmasını sağlamıştı. Ayrıca yöresel olarak aşina olduğumuz Âşıklık geleneği de kültürün,  şiir, şarkı ve öykü derlemeleri ile sanki arının çiçek polenlerini oradan oraya taşıması gibi yaygınlaşmasını sağlamıştı.   Âşıkların çok eski tarihlerden itibaren Türk kültüründeki izlerini bilmekle birlikte en bariz aşık tipine Dede Korkut Hikayelerinde rastlıyoruz. Elindeki kopuz adlı sazıyla “soy soylayan” , “boy boylayan” Dede Korkut âşıkların piri olarak anılır.

Öykü, mesel, fıkra deyince Molla Nasreddin’i de anmadan geçmek olmaz. Gurdjieff’in Beelzebub’ın hikayeleri isimli 1250 sayfalık kitabında Molla Nasreddin’in adı nerdeyse her üç sayfanın birinde yer bulmuşken, ünlü ve saygın kuantum fizikçileri onu yere göğe sığdıramazlarken, maalesef yeni neslimiz ondan kıymetince haberli olamadılar.

İnsanın ve toplumun dönüşümünde öykü ve şiirin önemini gösterecek daha çok örnek var ancak biz konumuzdan uzaklaşmayalım. CC serisinde öykü ve şiir konusuna yüksek ölçüde önem ve yer verildiğini söylemekten zevk alıyorum. Elbette ki bir bilgi adamı olan Don Juan Matus, bu öğelerin öğrencisi üzerinde yapacağı dönüşümden haberliydi. Onu, gönül telini titretmiş öykü ve şiirlerini anlatmaya defalarca teşvik etmiş olduğu gibi kendi de bence kırk haramilerin hazinesinden kıymetli yüzlerce öykü anlattı bu kitaplarda. CC aracılığı ile dört nesil nagual’in öykülerini dinlemek,  kendi öykülerimizle karşılaştırmak, bir miktar bilinçli ama ölçülemeyecek düzeyde bilinçsizce ders almak küçümsenecek bir etki olmasa gerek.

Bilinçli derslerimizin diğerine oranla bu derece küçük olması bizleri şaşırtmasın, bilinçli olarak bir şeyi yalnızca hatırlayabiliriz, onu öğrenmemiz çok daha önce bilinçsizce, benim sızdırma dediğim bir yöntemle yapılmıştır. Çünkü bildiğimiz bir şeyi terk edip onun yerine başka bir bilgiyi geçirmek, kendi çocuğunu yemek kadar vahşi ve yapılması mümkün olmayan bir edim. İşte bu sebeple rüyalar, öyküler ve şiirler var. Bunların hepsi sızdırma yöntemi kullanır. Belki aranızda buna sezdirme yöntemi demek isteyen çıkabilir, itiraz etmem doğrusu. Günümüzde reklamlar da buna benzer bir metot kullanıyor fakat öykünün ve şiirin ve hele rüyanın inceliğine yaklaşması pek mümkün değil gibi görünüyor. Neden mi? Benim tahminim, bencilce niyet taşımaları. Pek tabidir ki öykü olsun şiir olsun hepsi bir duygu geçişi sağlama art niyetini taşır, eğitim dediğimiz şey manipülasyondur zaten; tek farkı birini söylerken memnuniyet hissederiz, diğerinden tiksiniriz. Öyküdeki art niyet, kişisel kaygı gütmeksizin kitlesel bir itiş, bir hizalama yaratmak için planlanmış olmasıdır. Bu öyküler ve şiirler, hepsi, rüyaların geldiği yerden gelip bir “vasıta” ağzından dökülüyorlar.  

DJ, düşüncelerin kavranamaza doğru attığı perende konusunda CC’yi aydınlatmaya çalışırken şöyle söylüyor: “Öykü anlatmak, yalnızca algı sınırlarını genişletmek için öncü koşucu göndermek değil aynı zamanda, kusursuzluğa, erke ve tine bir geçit, bir kapı açmak demektir. Calixto Muni’ninki gibi bir öyküyü alıp sonunu değiştiren bir büyücü bunu tinin doğrultusunda ve onun desteği altında yapar. Çünkü o, niyet ile olan eşsiz bağını kullanarak gerçekten bir şeyleri değiştirebilir. Öykü anlatıcı büyücü şapkasını çıkarıp yere koyar ve onu saat yönünün tersi doğrultusunda üç yüz altmış derece döndürerek buna niyet ettiğini ima eder. Tinin desteği altında, bu basit eylem onu tinin kendisine daldırır. Böylelikle düşüncesinin kavranamaza doğru bir perende atmasına izin vermiş olur.  Öyküyü anlatan büyücü içinde kuşkunun zerresi olmadan bilir ki, orada sonsuzlukta, tam şu anda, tin inmektedir.” (Sessizliğin Erki)

CC serisinden öylesine ilk elime gelen öykü on ikinci kitap olan Sonsuzluğun Etkin Yanı’nın sonlarında yer alıyor. CC bu öyküyü özetleme esnasında hatırlıyor ve gönül borçlarına örnek olarak ayırdığını söylüyor. Öykü, CC’nin çocukluk yıllarında tanımış olduğu Leandro Acosta ile ilgilidir. Büyükbabasının baş düşmanı, başının belası olan adam, bağımsız biriydi, kumarbazdı, kalıcı düzgün bir işi yoktu ama bir sürü işin de ustasıydı. Kerameti kendinden menkul bir şifacıydı, avcıydı, bölgedeki şifalı bitki satıcıları için bitki ve böcek örnekleri, doldurulmuş hayvan yapımcıları ya da evcil hayvan mağazaları için her cins kuş ya da memeli türleri toplardı. İnsanlar onun yığınla para kazandığına, ama bunları biriktirmeyi ya da bir işe yatırmayı beceremediğine inanıyorlardı.  Bay Acosta ile küçük CC oldukça ilginç bir durumda karşılaşırlar, bir süre söyleşiden sonra adam CC’yi akla sığmayacak bir iş yapmak üzere ikna eder. Mesele sağlıklı durumda bir akbaba yakalamakla ilgilidir. Acosta, bölgedeki devasa akbabaların kanat açıklıklarının iki metre kadar geldiğini, vücutlarında yedi tür et bulunduğunu ve bu etlerin değişik özelliklerde şifacılık amaçları için kullanıldığını anlatır, ancak bunların makbul olabilmesi için yaralanmadan yakalanmaları gereklidir. Adamın akıllara durgunluk verici bir planı vardır: Önce ölmüş bir eşeğin içini boşaltacaklar ardından da içine tahta parçalarından destekli bir boşluk oluşturacaklardır. Eşeğin içinden çıkmış bağırsak ve diğer iç organları hemen gerisinde bir yırtıcı oralara saçmış gibi bırakılacaktı. Eşeğin içine girecek ve orada pusuya yatacak olan çocuk CC, kral akbabanın tuzağa düşmesini bekleyecektir. Ve o gelip ölü eşeğin kıçını yırtıp başını içeri soktuğunda, onu iki eliyle sıkıca yakalayacak ve Bay Acosta’nın avenesiyle birlikte gelip akbabanın başına çökmeleri için gerekecek zaman boyunca onu zapt edecektir. Bu planı baştan kabul etmiş ve sonra tüm korkusunu yenerek gerçekleştirmiş olan küçük CC’nin aslında ne kadar büyümüş olabileceğini tahmin etmek güç değil. Öykünün CC üzerinde bırakmış olduğu etkiler ve sizin üzerinizde bırakabileceği muhtemel etkiler için kitabı okumanız gerekecek.

Şüphesiz benim bu öyküyü özetlememin hiçbir etkileyici özelliği olamaz; çünkü öykünün ruhu ve içinde geçen simgeler, ancak anlatanın ağzından gelişi güzel(!) dökülen kelimeler ve cümlelerin ardına gizlenmiş olabilirler. İçeriğe sıra geldiğinde belki bu örnekleri çoğaltmak mümkün olacaktır, bu sebeple fazla vakit kaybetmeden el zanaatı hakkında bir kaç söz söylemek istiyorum.