7.ci Prensip PONO

7. PRENSİP PONO: Doğrunun ölçüsü etkinliğidir. (rüya dokuması)

Bir Hawai atasözü der ki: “Bilgeliğini dalganın sırtında sörf yaparken göster”

Bunun bizdeki benzeri: “ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz”.

Bilgeliğini yaptığın iş ile göster demek istemektedir. (her konuda, en basit işlerde dahi)

Şu doğrudur şu yanlıştır şeklinde ayrım yapmazlar. Bir iş, şu anda etkin bir yarar uğruna yapılıyor ise doğrudur.

Dolayısıyla bizim için doğruluk, uygulamanın etkinliğindedir. Şamanlar doktor veya bilim uzmanı olmadıklarını, birer danışman olduklarını söylerler. Savunacakları kesin doğru ve belirgin yöntemleri yoktur. Sonuç almak için fiziksel, ruhsal, zihinsel, duygusal tüm boyutlarda bildikleri tüm yöntemleri ya da o an’ın kendilerine sunduğu hediyeleri kullanırlar, amaç şifalanmaktır. Yöntem yeter ki etkin olsun, sonuç alınsın, etkinse doğrudur.

(Bu yöntem CC’de an’da gerekeni yapmaya denk düşer.) An’da gerekeni yaparlar, bunlar önceden belirlenmiş, kesinleştirilmiş şeyler değildir. Her türlü yöntemi kullanmakta kendilerini serbest bırakırlar, sınırlamazlar.

Şu anda gerek bilimsel sistemden gerekse kişisel gelişim sisteminde uygulanandan çok farklıdır, çünkü benim yöntemim bu, sonuç alınamadıysa sen alamadın, benim yöntemim doğru demezler. Bilim ya da başka dallarda farklı yöntemleri arayan insanlar da var, ancak günümüzde onlar hemen dışlanıp hatta suçlanıyorlar. (şimdilik diyelim)

Batılı bilim insanları, şamanların yöntemlerini uzun süre öğrenmeye çalışmıştır, gözlemleyerek formüle edip dünyaya yaymak istemişlerdir. Ancak gözlemleyerek anlayamazlar, çünkü bunu şamanın kendi de bilmez, formülü yoktur.

Dinlemek ve barış gönüllüsü oluşumuzla ilgilidir yaptıklarımız. Boşluğun nötr alanından yararlanmaktır becerimiz.

Birleşik Alan Kullanımı BAK’taki gibi kendini o an’da serbest bırakıp beklenti olmadan dinlemeye aldığında o nötr alandan kişinin ihtiyacı doğal olarak çekilir. Hoo’ponopono yaparken de beklentide olmadan yapmak lazım. Çünkü lono’nun iyi diye beklediği şey ile bilincinin bütünlüğün iyi diye düşündüğü şey aynı değildir. O yüzden sürekli takip etmemek lazım. Daha iyi olmak adına bir niyetle hoo’ponopono yaparken gözlemlemeyi bir süre için bırakmak gerekir. Çünkü bunu gözlemlemek orada nötr kalamadığımızı ifade eder.
Bir süre, hoo’ponopononun sözlerini ezberlemiş gibi söyleyip, bir şey beklemeden refleks gibi söyleyebilirsek eğer o boşluğun enerjisi bizi iyileştirmeye başlar. Biz konuyu takip etmeyip unuttuğumuz için iyileşme bir an’da –aniden gerçekleşmiş gibi olur; ancak insanlar ne istediklerini unutmuş oldukları için , karşılaştıkları şeyin kendi niyetlerinden dolayı olduğunu fark etmezler ve fark etmedikleri için teşekkürünü de etmezler.

Hem unutacaksın hem unutmayacaksın. Bizim kültürümüzde bu, istemeden istemektir.

Bizler rüya dokumacılarıyız. Buna şamanik şifa diyebilirsiniz. Bu bir tekniğe bağlı değildir. Bu, şamanın davranışları, yaşamı içine gizlenmiştir. Şamana nasıl şifalandırdığını sorsak tarif edemez, en fazla yapsa yapsa vak’a anlatır. Masallar şamanik argümanlardır ve binlerce yıldır insanları eğitmektedir.

Her zaman denenecek başka bir yol vardır.

Devamını oku “7.ci Prensip PONO”

Üç Cisim Problemi

Üç Cisim Problemi, insanın doğasından insanlığın geleceğine, bilimin konu edindiği en son teorilerden çeşitli felsefi tartışmalara pek çok konuyu masaya yatırırken, bazen politik kurgu, bazen polisiye ve bazen de katı bilimkurgu sularında yüzüyor. Bunların hepsini akıcılığından hiçbir şey kaybetmeden başarıyla harmanlıyor. Bunun için yazarın kendisi kadar çevirmeni Zeynep Özmeral’ı da tebrik etmek gerek. Ben, kitabın İngilizce çevirisinden Türkçeye çevirileceğini düşünüyordum ama doğrudan Çince gibi çok zor bir dilden anlaşılır, akıcı ve kaliteli bir tercüme gerçekleştirmiş.

Hikayemiz Çin’de 1966-1976 arasında yaşanan Kültür Devrimi sırasında başlıyor. İdeolojik körlük çığrından çıkmış, Kızıl Muhafızlar adlı gençlik grupları polisin ve ordunun hiçbir müdahalesi olmadan şiddet eylemleri düzenler olmuştur. Bilime karşı büyük tepki duymaktadırlar ve kendi ideolojileriyle bağdaşmadığına inandıkları teorileri reddetmekte, bu teorileri öğreten bilim insanlarını öldürmektedirler. Hikayenin başında Ye Wenjie’nin babasını bu şekilde kaybetmesi, hikayenin kalanına büyük etki edecektir.

Wenjie, sonraki yıllarda ordu içinde görev alacak ve en sonunda kendisini çok gizli bir araştırma programının içinde bulacaktır. Gerek başını ABD’nin çektiği Batı Bloku, gerekse Çin’in o dönemlerde yollarını ayırdığı Doğu Bloku’na karşı rekabet etmek için Çin yönetimi bilimsel bir sıçrama gerçekleştirmek istemektedir. En umut vadeden alan olarak dünya dışı yaşam araştırmaları belirlenir. İşte Wenjie, teknik bilgisinden dolayı bu projeye dahil olur. (Okan Akıncı’dan alıntı)

Maddenin temel doğası gerçekten de kanunsuz olabilir miydi? Dünyanın düzeni ve istikrarı, evrenin bir köşesinde oluşan geçici bir dinamik denge ya da kaotik bir akıntıda kısa ömürlü bir anafor olabilir miydi?
Nişancı Hipotezi nedir?
İyi bir nişancı her on santimde bir delik açan bir atışla hedefi vurur. Farz edelim ki, bu hedef düzlemi üzerinde iki boyutlu zeki canlılar yaşıyor. Onların bilim insanları evrenlerini gözlemleyip nasıl bir yasa keşfetmiş olabilirler?
Bilimsel keşifleri şu olmuş: “Her on santimde bir evrende bir delik vardır!”

Yöntem Sorunsalı

. Düş bize tamamlayıcı bilinçaltının yüzünü açımlar yani bilinçaltında yer alan gereçleri verir. Bunu da bir anlık bilinç durumundan yararlanarak yapar.
Anlaşılmaz bir düşle karşılaşıldığında önemli olan söz konusu düşün anlaşılması yorumlanması değil içeriğin özenle belirlenmesidir. Yani sadece düşün imgelerinden hareketle serbest çağrışımları araştırmak değil düşün çevresinde oluşan çağrışımların ilişkileriyle ilgili özenli incelemelerdir önemli olan.
(Jung’un buradaki tespiti çok doğru. Çünkü rüyanın görüşmecilik yolu ya da Hawaii şamanlığındaki adıyla Moike yönteminde çağrışım kullanılıyor aynı şekilde ancak bunun için bir rüya şart değil. Jung da aynen bunu belirtiyor; kişinin herhangi bir cümlesini alın en son kullandığı, gazetedeki herhangi bir cümleyi alın, o cümleden hareket ettirin hastayı- ya da işte hepimiz değişik oranlarda nevrozlara sahibiz, hasta kelimesini kullansak da kullanmasak da fark etmiyor. Oradan yine bir çağrışıma gidebilirsiniz. Çağrışım yoluyla hastanın/soranın bir takım durumlarını ortaya çıkarabilirsiniz ama düş yalnızca bundan ibaret değil, bu hususa dikkat çekmek istiyorum ben. “O nedir, bu nedir?” yalnızca bu çağrışımlardan ibaret değil rüya. Rüyanın bütünüyle ilgili, genel çerçevesiyle ilgili bir önsezi, bir yakınlaşma, bir ortaya çıkarma özenli bir inceleme gerektiriyor. Jung da bunu “insan ruhuna yöneliş” te harika bir biçimde örnekleriyle anlatmış.)
Tüm kuşkuculuğuma ve eleştiriciliğime karşın düşlerde savsaklanacak bir yan bulunduğunu asla kabul edemem. Akla aykırı görünmeleri aslında gece varlığımızın gizemli bildirilerini çözecek gerekli bilgiden yoksun olduğumuzu gösterir. Hiç kimse bilinçli yaşamdan ve onun deneylerinden kuşku duymaz öyleyse bilinçaltı olaylarının anlamından niye kuşku duyulsun? Bilinçaltı ürkütücü bir canavar değildir doğal bir organizmadır ancak bilinçli davranışımız işe yaramaz bir duruma girdiğinde tehlikeli olur. Kendimizi baskı altına aldıkça bilinçaltının tehlikeleriyle daha fazla yüz yüze geliriz. Hasta o ana kadar bilinçdışı kalan verilerini özümlemeye başladığı anda tehlikelerde gitgide azalır. Kişilik bölünmesi, gece ve gündüz yaşamımız arasındaki önemli ve ürkütücü ayrılık özümlemenin ilerlemesiyle birlikte kaybolmaya başlar.

İç Konuşma Hakkında

Bu konuyu uzun yıllar içinde sıkça ele aldık ve şimdi adresini verdiğim araştırma bana bunu yeniden hatırlatmış oldu:

https://curiosity.com/paths/what-causes-the-voice-in-your-head-thoughty2/?ref=shv

Burada bahsedilen “içsel konuşma” Castaneda öğretisinde aynen bu isimle en sık anılan ve üstesinden gelinmeye çalışılan bir insan edimi. Biz gezginlerin gayet iyi bildiği İKE prensibini çalıştıran iç rüyanın en büyük aracı; iç konuşmadır ve kişinin çevresindeki dünyayı yani öznel gerçekliğini sabitlemesinin tek yoludur.
İçsel konuşma yalnızca duygusal tepkiler, ya da sosyal kısıtlar sebebiyle yüksek sesle söyleyemediklerimizden oluşmaz, ertesi sabah ve sonraki tüm sabahlar yeniden doğduğumuzda kendi gerçekliğimizin halen aynı kalması için LONOmuzun bilgisi haricinde KU’muz tarafından yapılır çünkü bunu yapmaya programlanmıştır.
Nagual Don Juan, Castaneda’nın iç söyleşisini durdurmak adına pek çok alıştırma yaptırır çünkü bu programı değiştiremezse Castaneda’nın talep ettiği değişim ve dönüşümün yapılamayacağını bilir.
Kolayca anlaşılacağı gibi “İç konuşma”, insanın deneyimlerini KU’ya (beden hafızası) kaydetmek ve hatırlatmak için bir yöntemdir. Basitçe bize durmaksızın EZBER yaptırır. Son derece kullanışlı bir insan yöntemi olmasına karşın, değişim ve dönüşümün önünde duran en etkili engeldir de! Hep böyle değil midir zaten, zehir/ panzehir.
İç konuşmanın ne zamanlar durduğu ile ilgili kendinizi gözlemlemenizi öneririm. Bu size onu kontrol etmek için bazı ip uçları sunacaktır. Örneğin ben oyun oynarken (iskambil, satranç vs), etkili bir kitap okurken ve özellikle BAK uygulamasında “Bilmiyorum” konumunda iken içsel sesimin kesildiğini fark ederim. İnsana o boşluk tuhaf gelir çünkü alışık değilizdir. Doğu öğretilerindeki meditasyon ve benzeri her türlü faaliyetin kökeninde içsel konuşmanın durdurulması hedefi vardır.

Boşluk, dipsiz Kuyu

Egosal zihnin ayrılmaz bir parçası olan duygusal acının bir başka veçhesi de derinlere gömülü bir yoksukluk, bir eksiklik, bir bütün olamama duygusudur. Bazı insanlarda bu bilinçli, diğerlerinde bilinçsizdir. 

Eğer bilinçliyse, sürekli olarak tedirginlik ve değerli olmadığını yada yeterince iyi olmadığını hissetmek şeklinde tezahür eder. Eğer o bilinçsizse, sadece dolaylı olarak şiddetli bir arzu, istek ve ihtiyaç olarak hissedilir.  

Her iki durumda da çoğunlukla, insanlar içlerinde hissetikleri bu boşluğu doldurmak için, egonun doyumunun ve özdeşleşecek şeylerin peşine düşerler. Böylece onlar temelde kendilerini daha tamam hissetmek için malın-mülkün, paranın, başarının, gücün, ünün yada özel bir ilişkinin peşine düşer, bunlar için uğraşıp çabalarlar. Ama, onlar tüm bu şeylere eriştiklerinde bile, çok geçmeden boşluğun hala orada olduğunu, onun dipsiz bir kuyu olduğunu anlarlar. O zaman başları gerçekten dertte olur, çünkü artık kendilerini aldatamazlar. Eh aldatabilirler de, bunu yaparlar da, ama bunu yapmak giderek zorlaşır. 

Egosal zihin yaşamınızı yönettiğinde gerçekten rahat ve huzur içinde olamazsınız; siz -istediğiniz şeyi elde ettiğiniz, bir arzunu doyuma ulaştırdığınız o kısa zamanlar dışında, doyum içinde olamazsınız. Ego bir şeyden alınan bir benlik duygusu olduğundan, o dışsal şeylerle özdeşleşmeye ihtiyaç duyar. O sürekli olarak hem savunulmaya hem de beslenmeye ihtiyaç duyar. en yaygın ego özdeşmeleri; mal-mülk, yaptığınız iş, toplumsal statü ve itibar, bilgi, eğitim, fiziksel görünüm, özel yetenekler, ilişkiler, kişisel ve ailesel geçmiş, inanç sistemleri ile ayrıca siyasi, milliyetçi, ırkçı, dini ve diğer özdeşleşmelerle ilgilidir. Bunların hiçbiri siz değildir. 

Siz bunu korkutucu bulmuyor musunuz? Ya da bunu bilmek bir çare olabilir mi? Siz tüm bu şeyleri er ya da geç bırakmak zorunda kalacaksınız. Belki siz henüz bunu inanılması güç birşey olarak görüyorsunuz ve ben kesinlikle sizden kimliğinizin kesinlikle bu şeylerde bulunamayacağına inanmanızı istemiyorum. Siz bunun gerçeğini kendiniz bileceksiniz. Siz bunu en geç ölümün yaklaştığını hissetiğinizde bileceksiniz. Ölüm siz olmayan herşeyin soyulup gitmesidir.

Yaşamın sırrı “ölmeden ölmek” ve ölüm diye birşeyin olmadığını görmektir.

Egonun Bütünlük Arayışı / Eckhart Tolle

Eckhart amcanın söylediği boşluğu bazılarımız gözleriyle gördü, birçoğumuz da şimdilik boşluk hissini doymaz bi açlıkla doldurmaya çalışıyor. Dünyada manevi ve milli değerlerin yükselişe geçmiş olması da bunun bir göstergesi.

“… Amerikan pilot üniversitede tüm öğrenciler ve hocalar ağız birliği etmişcesine, yıkıan ve kaybolan değerlerden, yalnızlaşan ve meta haline gelen, aidiyet duygusunu yitirmiş insan ilişkilerinden söz ediyorlar…
Dini değerlere, inançlara ve yaşam biçimlerine sarılıyorlar…
Din bir ilaç gibi, yalnızlaştırılmış, çaresizleştirilmiş, yıkılmış hayatları tedavi ediyor…
İnsanoğluna duygusal ve manevi destek sağlıyor…
En önemlisi de insanın içinde “gittikçe yozlaşan ilişkiler karşısında bir umut ve hala güzel kalabilecek bir dünya vadediyor…. Sevgisiz, ilgisiz ve desteksiz bireyler, yeni dünyanın yeni figürleridir… bunlara karşın “dinin yükselişi” kaçınılmaz ve anlaşılabilirdir…”

Bilim dünyasının ve kapitalizmin sunduğu hizmetler (maalesef içinde gerçek bir şefkat barındırmadığı için) birey olmanın, tamamlanmış olmanın hazzını henüz yaşamayan büyük çoğunluğun içindeki o “dipsiz kuyu”yu acı acı guruldatıyor.
Her şey bir süreçtir gözlemlediğim kadarıyla. İnsanlık sırasıyla tüm evrelerden geçiyor, bi kere de yetmiyor spiral her dönüşünde aynı evreler yine ve yeniden tadılıyor, zaten evrilmenin başka bi yolu da yokmuş gibi görünüyor.
“Yaban diyarlarda bir Yabancı” olmamak için bu girişim desenlerini iyi groklamak lazım yoksa insan Heinlein’in deyimiyle “çözülür” gider.