Kol Boyu Almak

Siz, biz, hepimiz “kol boyu” terimini okul yıllarından hatırlarız ama eminim hiçbiriniz  Sibel Atasoy kadar bu konuyu rahat, güzel ve anlaşılır bir anlatımla anlatmamış ve hele hele hiç böyle bağlantı kurulduğunu duymamışsınızdır.

“Peki o söylediğin “kol boyu” neydi teyzeciğim?”
“Sizin okullarda jimnastik dersi yok muydu? Nasıl sokuyordu hocalarnız sizi hizaya?”
“Evet, kol boyu alırdık doğru da, ben ilişkiyi anlayamadım.”
“Anlarsın anlarsın. Şimdi anlayacaksın. Düşün bakalım, ne işe yarar kol boyu?”
“Hımm… Belirli bir mesafe aralığı bırakmaya yarar sanırım” doğru mu gibisine önce dayısına sonra kadına baktı.
“Hah! Bak nasıl bildin işte … Yanındakine o mesafeden fazla yaklaşamazsın ama uzaklaşamazsın da, değil mi?” Arada hocanız bunu tekrarlatır, uzaklaşan varsa ya da yakınlaşan yeniden aynı mesafeyi tutturur. İşte, aşık ama engelli bir adam yakaladı mı kadınlar, onu daima kol boyunda tutarlar. Ondan akan beğeniyi, takdiri ve seninki gibi aşık şehla bakışları hep alacak kadar yakın fakat ancak parmağının ucunu dokunacak kadar uzak. Kadın evleneceği erkeği bulduktan sonra bile kol boyundakileri saklamaya devam eder, bir ömür sürse bile. Artık adamların mecali ne kadarsa! Onlar kadının görevlerini eksiksiz yapabilmelerinin enerji kaynağıdır. Kol boyunda hiç adamı olmayan kadın, tez çöker.”
“Yani Meltem’in bana ihtiyacı var?”
“Hah şunu bileydin” kıkır kıkır beş yaşında bir çocuk gibi güldü yaşlı kadın.
“Ara sıra sana kol boyu aldıracak, çünkü emin olmalı aynı yerde beklediğinden. Bunu da unutma evlatçığım”

Bir Kadını Öldürmek kitabından alıntı

Fahri Yavuzer

Bir Kadını Öldürmek

Merhaba :)) BKÖ önceki gün bitti. Vizyonu, kurguyu, anlatımı, yazmayı sanki birçok kişi yazmış gibi. Genelde okuduğum kitaplarda yazarın izini bulurum diye düşünürüm. Sizin izinizi bulmak zor :))) okumak, bitirmek bugüneymiş. Sıra SKA da. Önce bulmam lazım. Aloha 😊 Gülbahar Biler

Bu güzel bir sürpriz oldu bana Gülbaharcığım, her okuyanla bir kez daha yazıyor kendini kitap, belki o sebeple benim izim bulunmuyor artık 🙂 Olabilir mi?

Gülbahar Biler Aa evett kitabın başlarında “Belki bu satırları siz on sene sonra ve dünyanın başka bir yerinde okuyacaksınız ve size sadece kelimelerle ulaştığımı sanacaksınız. Oysa bu doğru değil.” :)) kitap basılalı tam da 10 yıl olmuş.
“Her şey aynı anda aynı yerde oluyor. Ben aslında sizin aklınızdan geçeni yazıyorum” ne hoş bir ilgi talebi. Çok güzel

Sibel Atasoy 11 yıl oldu yazılalı, evet 🙂 O zamanlar anlaşılması biraz güçtü ama şimdi daha kolaylaştı sanırım, sana nasıl geldi?

Gülbahar Biler Tabi ki soyut olan yerlerde tıpkı rüyalarda hissettiğim gibi algıladığım, anladığım ve dile tam da getiremediğim yerler oldu. Tohumun ne vereceğini göreceğiz elbet 😀😀

 

Sibel Atasoy Çok güzel söyledin, teşekkür ederim. Umarım kısa sürede SKA’yı da okursun, onun akışı çok daha basit ve heyecanlıdır.

Boyutlar arası Değişim Yeteneği-serüveni

Perdeleme sureci-unutma- basladiginda, eril kutbiyet, Aklin Matrisini kendine cekti. Disiye ise Aklin Potansiyel Vericisi gitti. Bunun karsiliginda erkege Bedenin Potansiyel Vericisi, disiye ise Bedenin Matrisi cekildi. (Ra Bilgileri)

Bu ifadeleri ANlamak Icin buyuk arkana kartlarina ve insan davranislarina bakmak yeterli.
Dün izlediğim bir filmde ya da başka bir yerde hatırlamıyorum şöyle diyordu; Kadın ve erkek birbirini kışkırtmak için vardırlar. Kutbiyetin yani dualitenin kışkırtıcı etkisini zaten biliyorduk hatta BKÖ kitabını nerdeyse tamamen bu konuyu açıklayabilmek için yazmıştım. Aslında aynı anda 3’ü de yazmak zorunda kalmıştım, yani eylem/katalizör. ve sentezzz.
Şimdi sıra 5’e geldi. Niye dördü atlıyorum? Atlar mıyım hiç dünya anamızı. O zaten canımızın kanımızın ANımızın içinde 
5, yani Saf Değişim, Boyutlar arası Değişim Yeteneği-serüveni.
Allah yolumu-zu açık etsin.

Her şeyden önce BİR varmış. BİR taşıyormuş

Bunu bir örnekle izah edeceğim, lütfen bu fantastik öyküyü sakince, sanki dedeniz size uyku öncesi bir masal anlatıyormuş gibi okuyun.

BİR varmış BİR yokmuş,

Her şeyden önce BİR varmış. BİR taşıyormuş, öyle ki  bir yürek atışı gibi önce taşıyor sonra geri topluyormuş. O taştığı her bir “an”, bizim zaman hesaplarımıza sığmayacak denli uzun bir yayılma oluşuyormuş.

Hani yılbaşı kutlamalarında kendi üzerine kıvrılmış şakacı bir oyuncak düdük vardır. Ucundaki delikten üflediğinizde kendi üzerine kıvrılmış kısma hava dolarak kıvrım açılır, öne doğru aniden uzanan bir dil gibi düz boru haline gelir. Ve siz ağzınızı delikten çektiğinizde o yeniden kendi üzerine kıvrılır, yuvarlak acayip/eğlenceli düdük olur.

İşte BİR’in her nefes verişini aynen bunun gibi hayal edin.

Bu yayılım her yöne doğru ve muhtemelen holografik yapıda olmaktadır.

Bu acayip düdük gibi açılan dilin yapısı; birçok renkli, kendi aralarında guruplaşmış incecik, ipeğimsi iplikçikler gibiymiş. Zamanın olmadığı yerde bu taşma/toplama işlemi sürüp gidermiş.

Derken sebebini asla bilemeyeceğimiz bir KAZA olmuş.

Taşma esnasında sonsuz açılara doğru yayılan bir gurup ipek tel birbirine dolaşmış ve toplama anında kaynağa geri dönememiş.

Fakat o grubun içinde her zaman kaynağa geri dönme bilgisi hatırlanmış. Zaten bunu unutmasına imkan yokmuş; çünkü yanından, altından ve üstünden bir taşan/bir toplaşan yayılım devam ediyormuş. Üstelik gurubun bir ucu hala BİRe bağlıymış. (Üfleyince açılan düdüğün ucu, ağzınızı dayadığınız delikten bağımsız değil fakat yine de ona bir tanımlama getirdiniz ve o “ucu” oldu!)

Dolaşan/kazaya uğrayan ipeksi gurup, can havliyle bütüne dahil olmaya yani kendi üzerine bükülüp kapanmaya çalışıyormuş; fakat bu dolaşıklığın artmasından başka bir işe yaramamış.

Zamansız gibi uzun zamanlarda birçok şey olmuş, fakat biz artık bu detaya girmeyelim. (Uydurmanın da bazen zorlukları var. Kendimi bir yerlerde kaybedebilirim)

Bir zaman gelmiş bizim ipeksi gurup kendi yeteneklerinin farkına varmış. Geri dönüşü unutur gibi olup, yeteneklerini döktürmeye başlamış. Her yaptığı, ettiği  bir çocuk gibi onu heyecanlandırır olmuş. Zaman içinde bu gurup, farklı yetenekler geliştirip kendi aralarında da ayrışmaya başlamışlar.

Bunlar kendilerini şekilden şekle sokabilen, hem oynayan hem oynanan olarak epeyce vakit geçirmişler. Bir çok oyun evrenleri inşa etmişler. Fakat hiçbir oyun onların geri dönüş işlemini sağlayamamış, sanki giderek kendi oyunları içinde kaybolmaya başlamışlar.

Neden mi?

Çünkü OYUN kurmak için enteresan bir yöntem uyguluyorlarmış. Kendilerini ikiye bölmeleri gerekiyormuş, başka türlü düzenli bir hareket yaratmayı becerememişler.

Kendilerini (doğu mistizmindeki adıyla yin ve yang) Yaşam ve insan doğası olarak bölüyorlarmış. Bu aynen  küçükken hayali arkadaşımla pişti oynamama benziyor. Yaşam kısmı negatif, insan doğası pozitif kutup oluyormuş. Tabii bu ilk başlarda nasıldı bilemiyoruz. Dünya Oyununun artık pek çok tecrübeden sonra kurulduğunu sanıyorum. Çünkü burada son derece kararlı bir yapı var. Her neyse  dedim ya daha önceleri neler olmuş bunları uydurmak çok zaman alacak ve EKSİK söylemlerimizi artırmaktan başka işe yaramayacak.

İkiye bölme işlemi oyunlar içinde hakimiyetlerini yitirmelerine sebep olmuş olabilir. Her bir parça kendi adına hareket etmeye yetkili ve muktedir; çünkü içinde BİRi taşıyorlar.

İşin komik tarafı aynen benim hayali pişti arkadaşımı ciddiye alıp yenmeye çalıştığım gibi, bu iki yön birbirleriyle kıyasıya rekabete girişmişler. Oysa ben hayali arkadaşımı hep yeniyordum. Tarafsız ve adil olduğumu sanıyordum ve her onu yenişimde şaşırıyor, babama bunun nasıl olabileceğini sorup duruyordum; nasıl olur da hep ben galip oluyorum diye. Hatırladıkça kahkahalarla gülüyorum. İnsanın kendisine karşı hiçbir “hayali kendi” rekabet edemez!

Dedim ya atalarımız bu hataya nasıl düşmüşler insan inanamıyor. İşte bu sebeple onların çocuksu bir doğaları olduğunu sanıyorum.  Ya da belki gerçekten tek yol bölünmekti. Bunu da kestirmek çok zor. Belki de birçok bilmediğimiz başka metodu da diğer oyun evrenlerinde denediler. Kim bilir!

Biz yine Dünya oyununa dönelim. Bu oyun kurulurken artık olası şeylerin bir çoğu önceden biliniyor, önlemler ona göre alınmış fakat yine de iki tarafın BİRden gelen özgür iradeleri ve seçim olasılıklarının bileşimi her daim sürprizlere açık. Sanırım düdüğün, üfleyene yakın kısmındaki atalarımızın günlerini şenlendiren de budur.

Go şampiyonumuzun söylediği gibi; önceden tasarlanmış güzel şekiller var. Fakat bazı durumlarda şekli biraz değiştirmek farklı sonuçlara götürüyor. Ve dikkat ederseniz şampiyon, bu özel tesuji durumunun ustalar tarafından planlanmış olabileceğini itiraf ediyor.

Dünya oyununun kurucuları olan ateş/su/toprak/hava elementleri muhtemelen, sayılarını bilemediğim dolaşık ipeksi gurubun ayrılmış öğelerinin, ikiye ayrılmış kısmının yang olanlarıdır. Çünkü önce bitkileri ve hayvanları sonrada maymun atalarımızdan insanı yarattılar.

Ben önceleri Yin kısmının doğa olduğunu düşünürdüm. Sanırım bu bir hataydı.

Oysa hata ya da yanlış yok yalnızca EKSİK var.

Yin, oyunun mekanizması olmalı. Yang da oyuna can veren öz. Oyunu devam ettiren ikisinin bir ayrılıp bir birleşmeleri.

Bir iskambil oyununda hangi öğeler var?

İskambil kağıtları, oyunun bilgisi, oynayan kişiler

Bu gerçekten dolaşık bir ilişki. Oyun için bu üç öğenin de bir araya gelmesi gerekiyor, yoksa oyun oynanmaz. Önce ilk yerleştirmemizi yapalım sonra aksama olup olmadığını kontrol edelim.

Oyunun Bilgisine Yin yani yaşam, iskambil kağıtları ve oynayanlara Yang yani insan doğası diyelim. Oynayanlarla kağıtları aynı sınıfa almam tuhafınıza mı gitti? Aynı guruba aldım çünkü iskambil kağıtlarının katılaşmış insan bedeninden farkı yok. Ayrıca zihni kuvvetli bir oyuncu kağıtlar olmadan oyunu kafasının içinde de oynayabilir. Demek ki işin madde kısmı oyunu kolaylaştırmaktan öte derin anlam içermiyor. Aslında oyun zihnin içinde oynanıyor.

O zaman oyuna ne gerek var sorusu gündeme geliyor ve tabii cevabıyla birlikte; Yin yani oyun bilgisi ancak oyunda belirginleşiyor. BİR’in içindeyken bilgi ve insan doğası gibi bir ayırım yok. Ve dolaşık ipeksi doğamız aslına dönüşü gerçekleştiremiyor. Oluşmuş olan düğümler ancak oyun içinde belirginleşip yakalanma ve düzeltilme olanağına kavuşuyor.

Animus varlığını Yang’dan alıyor. O halde eril kutup, yani pozitif kutup esastır.

Anima ise varlığını Yin’den yani Hayat bilgisinden alıyor.

O halde Oyun başlarken ikiye ayrılmış görünen BİR, insanda yeniden bir araya geliyor.

Eğer insan doğası, kendi öğeleri olan anima ve animusu barıştırsa, yani rekabet etmelerini bir şekilde önleyebilse, ortada sorun ya da dolaşıklık kalmayacak tabii oyuna hiç gerek kalmayacak

Yin, bana oyun heyecanı veren hayali pişti arkadaşıma benziyor.

O şüphedir.

Beni kendimden şüpheye düşüren dişidir.

Oyunu imkanlı kılandır.

Fakat benim oyuna ihtiyacım var. Rekabet etmeliyim ki hareket olsun. Hareket olsun ki dolaşık ipeksi aslımı düzene ulaştırayım. Ya da daha doğrusu trilyonlarca yıldır beni giderek dolaştıran düğümlerden arınabilme şansım olsun.

Bazen, bırakın dolaşık kalayım diyorum.

Ama bu mümkün değil.

Bir Kadını Öldürmek kitabından

 

Ne yapacağı belli olmayan parçacıklar, kaos ortamı!

Bölüm 24

Dünyanın bir prototip olduğu apaçık ortada duruyor. Dünya ve bildiğimiz ya da yaratılmasına katkıda bulunduğumuz evren (dünyadan bakışla varolabilen evren), yalnızca zihnimizin yansımasıdır.

Zaten evrenin ve olası bütün illüzyonların (oyunların) kaynağı ve oturduğu yer zihnimizdir.

Dolayısı ile bütün illüzyonlar iç içe aynı yer ve zamanda varoluyorlar. Birinde olan diğerini etkiliyor

Biz Dünya’yı taklit ediyoruz; alet edevat, teknoloji yapıyoruz. O da bizim duygu-düşünce bileşenimizi taklit ederek oluşup, genişliyor. O gelişirken biz onu taklide devam edip süper teknoloji üretiyoruz.

Yok yok, biz bu oyunu sonsuza kadar geveleriz.

Oyun kurucularımız bize, dolayısıyla kendilerine müthiş torpil geçmişler. Düşünsenize dünyanın görünen, şu anda bildiğimiz haliyle düzeni, atom altı parçacıkları gibi davransaydı ne olurdu halimiz? Ne yapacağı belli olmayan parçacıklar, kaos ortamı!

Sanırım dolaşık ipeksi atalarımızın ilk ortamları buna benzerdi.

Bazı şekilleri anlaşılır kılabilmek, dikkatimizi çekebilmek için çok uğraşmış olmalılar.

O kaostan, yirmidört saatte kendi etrafında, 365 günde güneş etrafında üstelik uydusu ile birlikte şaşmaz bir titizlikle dönüp duran bir dünya prototipi bulup çıkarmak bence epeyce zahmetli olmuştur. Mevsimler, hayvanlar, suyun havaya, havanın suya dönüşümü öyle milimetrik hesaplanmış ki adeta “ey insan artık bu sefer titre ve kendine dön” diye bağırıyor.

Birçok insanın düzene böylesine sıkıca bağlanıp, kaostan delice korkmalarının sebebi genetik hafızalarından geliyor olabilir. Öyle ya siz, trilyonlarca yıl sonsuz olanak/olasılıklar arasından her an değişmeyen bir bütünlük, yavaşça zamanda uzanan bir belirginlik yaratmaya çabalayın, binbir zahmet çekin, sürekliliği varmış gibi görünen bir rüya bulup buluşturun, sonra biri gelip “kral çıplak” desin. Yemezler!

Vallahi kimse rahatını bozmaz. İşte  şuraya yazıyorum.

Gerçi insan doğası hala karmaşa içinde; fakat bu kaos anlamına gelmiyor.  Kaos uzunca bir süredir perde arkasına, diplere çekildi. Biz onun kendini yaşamıyoruz yalnızca etkilerini görebiliyoruz. Hem kaos, düzen ve karmaşanın üzerinde olan ve hiç bir şeye ihtiyacı olmayandır.  Sebep-sonuç ilişkisine bağlamakta zorluk çektiğimiz her şey bizim için kaostur. İşte bu bizim BİR tanımımıza benzer gibi görünüyor.