Jungyen benlik

Sevgili jungsever’in çevirisiyla;

‘Kendini-gerçekleştirme’, çeşitli psikoloji okulları tarafından, çoğunlukla gevşek bir şekilde Jung’un bireyleşme kavramına dayanılarak kullanılan bir terim. Ama yakından bakınca onların bu terimi, Jung’un kullandığından farklı bir anlama gelecek şekilde, yani belirli bir ego kimliğinin keşfi anlamında kullandıklarını görürüz. Böyle bir kimlik, bildiğimiz gibi, egonun daha sürekli ve istikrarlı hale gelmesiyle ortaya çıkar. O zaman ego kendisi hakkında biraz daha bilgi sahibi olur.

Jung ise, aksine, tamamen farklı bir şeyden yani, Upanişadlardan yola çıkarak Benlik adını verdiği başka bir psişik içeriği bilinçli bir şekilde keşfetmek ve onunla ilişkiye girmekten bahseder. Bu durumda da daha sürekli ve istikrarlı bir ego kimliği gelişmekle birlikte, bu oldukça farklı türden bir gelişmedir: Daha az ego merkezli, daha çok merhametlidir. Burada ego kendini kendi tarafından gerçekleştirilebilir. Jungiyen bakış açısıyla kendini-gerçekleştirme budur.

Devamını oku “Jungyen benlik”

Freudcu Bilinçdışı

Psikologlar uzun zamandır bilinçlilikle değil, tersiyle ilgilenmektedir. Kimileri ön-bilinç ve bilinçdışı arasında bir ayrım olduğunu düşünür.

Ön-bilinçteki fikirler, arzular ve istekler çok zorlanmadan bilince taşınabilir. Aslında, tedavinin amacı karanlık, bilinemeyen bilinçdışındaki şeylerin ön-bilince ve sonra da bilince taşınmasıdır. Kendinin farkında olmak, esasen tedavinin en önemli kısmıdır: Yani, kişinin neden belli bir şekilde davrandığının farkına varması ya da bilincinde olmasıdır. Analizciler rüya analizleriyle, dil sürçmeleriyle ve serbest çağrışımla, hastalarına bilinçdışına bir göz atma fırsatı yakayabileceklerine inanırlar.

Persona

Jung’un ortaya attığı bu kavramla ilgili bilinç ve bilinçdışı arasında aslında kesin bir ayrım yok ve bu ikisi sürekli olarak yer değiştiriyor. Jung karakter bölünmesinin her kişilikte olduğunu ve bunun toplumsallaşmayla alakalı olduğunu iddia etmektedir. İlk bakışta gözümüze çok ılımlı ve sıcak kanlı gelen bir insanın başka bir ortamda bundan tamamen farklı bir kişilik özelliği sergilemesi buna örnek olabilir. Ve biz bunu farketsek dahi hangisinin persona olduğunu anlamayabiliriz.bireyin çocukluktan başlayarak topluma kendini kabullendirişinde çevrenin istekleriyle uyum sağlayışı yani rol yapmaya başlayışı dikkat çekiyor bu kavram ele alınırken.

Bazen insanlar personasına o kadar çok yapışırki gerçek kişiliğinden tamamen uzaklaşır ve zaman içinde kendisini de tıpkı diğer insanlar gibi kandırmaya başlar ve iş artık bunun bir rol olduğunu dahi unutmaya kadar varabilir. Kişilerin dış dünyaya çıkmadan önce oluşturup takındıkları tavırlar zinciri, kelime anlamı olarakta birebir maskedir persona.ve elbetteki bu durumda çoklu kişilikler ortaya çıkmaktadır. Aynı insan hem bencil hem de çok anlayışlı olabilmektedir bu durumda. Belki farketmişsinizdir çevrenizde bazı insanlar “ben tanıdığımda hiç böyle değildi.” ya da “sonradan çok değişti” dedirtir size. Bazen de kişilere karşı belli tavırları sergilerken çok yorulduğunuzu hissedersiniz.

İşte bu gibi durumlarda aslında persona devrede olabilir. Topluma karşı sergilemek istediğimiz,olması gereken olarak sıfatlandırdığımız maskelerin tamamıdır bunlar. Kendi içimizde tutarsız görünmek istemeyeceğimizden birçoğu bize yapışmakta ve ömür boyu sürebilecek içsel bir huzursuzluğa neden olabilmektedir

Subliminal… Pişşşttt baksana

İnsan algı sisteminin  her saniye beyne 11 milyon parça bilgi gönderdiğini,

Oysa 1 saniyede işleyebileceğimiz bilgi miktarının 16 ila 50 parçada ibaret olduğunu biliyor muydunuz?

İşte bu sebeple rüyaları önemsiyorum. 11 milyon parça/saniye hızla girişi olan bu devasa bombardımanın altında ezilmemek için uyku var, onlardan bi şeyler öğrenebilmek imkanı da rüyaların uygun yöntemle deşifresi ile mümkün.

Biz aslında gördüğümüzü, iletişdiğimizi anlaştığımızı sanırken aslında kendi bilinmedik bahçemizde kumdan heykeller yapmaktayız 🙂

Bir bilgisayara “ruh iradelidir ama ten zayıftır” cümlesini önce İngilizceden Rusçaya, sonra yeniden ingilizceye çevirmesi istenmiş. Hikayeye göre sonuç şöyle olmuş:”Votka güçlüdür ama et çürümüştür” hahahahahaha

Gülersiniz değil mi, sanki bilinçli zihnimiz bundan pek farklıymış gibi!

Neyse ki bilinçdışımız çok daha iyi iş çıkarmakta ve dili, duyusal algıyı ve sürekli algıladığımız sayısız başka görevi büyük bir hız ve doğrulukla çözümleyerek bize daha önemli işlerimiz(!) için fırsat tanıyor.

Bilinçdışı kavramını- eski bilgelikleri dışlayıp tamamen unutmuşken- bizlere yeniden kazandıran Freud, Jung,Carpenter, Peirce, Jastrow, William James ve adını anımsayamadığım diğer bu azimli öncülere ne kadar teşekkür etsek azdır. Hiç olmazsa bu sayede biraz haddimizi bilir olduk

..

Gerek kriminal vakaların irdelenmesi gerekse yapılan geniş tabanlı bilimsel araştırmalar pek emin ve iddialı olduğumuz durumların hiç de öyle olmadığını, söylenen sözlerin çoğu kez aslıyla ilgisi olmadığını ortaya çıkarmıştır.

Peki deneyimlerimizin çoğunu ıskartaya çıkaran bir hafıza sistemi nasıl olur da evrimin insafsız elemesinden geçmiş olabilir? Eğer bu subliminal çarpıtmalar atalarımızın hayatta kalması konusunda zararlı etki yapmış olsaydı, hafıza sistemimiz, hatta belki de türümüz varlığını devam ettiremezdi. Anlaşılan o ki hafıza sistemimiz mükemmel olmamakla birlikte “yeterince” iyidir. Her saniye muhatap olduğumuz o milyonlarca veri girdisinin bombardımanı altında olduğumuz anlaşıldıktan sonra, kusursuz hatırlama yeteneği yerine, muazzam miktardaki bu bilgiyi işleme ve üstesinden gelme yeteneği geliştirmiş olduğumuz anlaşılıyor.

Dilbilimsel açıdan iki tür dil yapısı var; Yüzeysel Yapı- kullanılan sözcükler ve nasıl sıralandıkları, ifade edilme biçimi. İkincisi ise Derin Yapı: düşüncenin ana fikrine dairdir. Çoğumuz ayrıntıları kenara atıp ana fikirleri ediniriz. Yüzeysel yapı normal olarak 8-10 saniye kadar hafızamızda kalır ve sonra pufff…

İnsanların bu iki yapıyı ağırlıklı olarak kullananlar gibi özelliklere ayrıldığını da görmüşümdür, geneli dikkate alsak ortalamaya erişir belki ama örneğin ben hep ana fikirci bir yapıya sahip olduğumu, hafızamın da 10 saniye civarında olduğunu eskiden beri kendimi gözlemleyerek fark etmişimdir. Bu konu üzerinde epey kafa yordum aslında ben 🙂

Ve iki yetinin birbirinin aleyhine çalıştığını ve biri bilgisayarın deposunda stoklanırken diğerinin anlık işletim hafızası gibi olduğunu düşünürüm, hatta bilgisayarın veri sıkıştırma işleminin de hızı artırmak için gerekli olduğu gibi biz insan biyomakinelerin de buna benzer ihtiyaçlarımızın olduğunu söylediğim bir yazımı hatırlıyorum.
Tabi bir de anıların zaman içinde değiştiği gerçeği var! Onları zaman içinde yargılarımız davranışlarımız ve alışkanlıklarımızın değişimine paralel biçimde farklı hatırlarız, hatta onların ilk söylediğimiz hali teypten bize dinletilse ya da kendi el yazımızdan bize gösterilse bile bunu kabul etmeyiz.
“Genel olarak yanılıyor ama asla şüphe etmiyor olabilir miyiz?” diye soruyor Subliminal 🙂 Belki hepimiz hatırladıklarımızın doğru olduğu, diğerlerinin yalan söylüyor olduğu yargımız konusunda kendimizden daha az emin olmalıyız 🙂

Biz insanların nasıl ilişki kurduğumuzu anlamak için yapılan bir dizi araştırma sonucunda; yeryüzündeki herhangi iki insanı birbiriyle ilişkilendirmek için 5 ila 7 bağlantının yeterli olduğu kanısına varılmış, hatta bu durum “altı derecelik ayrılık” teriminin doğmasına sebep olmuştur.

Hasta-doktor-işgalci

Kişiler arası ilişkide bu dinamik ortaya çıktığında uyandırılan ilişki kompleksi sonuçta üç parçalı bir doğaya sahiptir; yani hasta-doktor-işgalci kompleksinde hem hasta hem de doktor bilinçli ve bilinçdışı katılım ve özdeşleşmenin çeşitli tonlarına dahil olurlar. Yaralama ve yaralanma, izinsiz giriş ve izinsiz girişe maruz kalma deneyimleri bilinçli bir biçimde kabul edilemediği ölçüde, hasta-doktor-işgalci arşetipinin asimile edilmemiş unsurları muhtemelen hasta tarafından doktora, doktor tarafından da hastaya yansıtılacaktır. Bunun üzerine doktor, yalnızca kutsal iyileştirici imgesini değil aynı zamanda beklenmedik bir biçimde izinsiz giren işgalci imgesini yüklenmiş olacaktır; kendisini ıstırap çeken pasif biri olarak gören hasta, doktor için yaralayıcı bir düşmana ya da bir saldırgana dönüşebilecektir.

İyileştirici ve hasta, adanmış bir “performansta” arşetipik olarak dağıtılmış rolleri oynamaya yönlendirilmiş aktörlerdir. İyileştiricinin potansiyel olarak karanlık tarafını, yani kutsal işgalci yok ediciyi içeren iyileştirici tanrı maskesinin ardında iyileştiricinin kişiliği fazla gölgede kalır; hastanın arşetipik rolü ricacılıktır ancak aynı zamanda bilinçdışı derinliklerinde bir iyileştirici yok edici yatmaktadır.

Arşetipik “yaralanan-yaralayan-iyileştirici” unsur­larını doktor-hasta-işgalci ilişkisindeki her iki taraf da paylaşır.
Whitmont

Turan Erdal Insanlar kendi edindikleri bilgilerle kendilerine set örerler. Hasta olanlarda da bu degisik degildir. Bir iyilestirici olarak bu setti asmak gereklidir ama hangi yöntem ile? Bu set iyi korunmaktadir ve her yapilan hamle bir saldiri olarak algilanacaktir. Söylenmek istenilen sey karsi tarafa ulasmak icin bu durumda ne yapmalidir?
Rüya Kampı-Dünya yılı 2012 Ben giderek “ne yapılması gerektiği” hususunu genelleştirmenin bizi spontanelikten yani doğal iyileşme yolundan koparacağını görmeye başladım. Bu sebeple her bir hasta-iyileştirici ilişkisinin biricik olduğunu ve o anda içimize doğacakların çok önemli olduğunu düşünüyorum, hatta danışanlarımla bunu birebir yaşıyorum. Yöntem olarak ise “soru sanatını” iyi bilmenin olmazsa olmaz bir ön şart olduğunu fark etmiş durumdayım.