Dillerin ortaya çıkışı

İnsanlar ne zaman ve nerede dil denen iletişim şekline sahip oldular? veya dili geliştirdiler. Bu konuda bu sitede birçok yazı yazdım. Fakat tartışmakta fayda var, zira kesinlik kazanmış ve herkesçe kabul görmüş bir konu değildir.

Öncelikle şu tabloyu incelemenizi rica edeceğim:

http://www.sonsuz.us/node/787

Bu tabloya göre kuzey yarı kürede konuşulan birçok dilin kökeninde Asya kıtasında yaşamış olan halkın dili bulunuyor. Bu dile ben Ön-Türkçe diyorum. sabepleri var da ondan.

  1. Bu dil tek heceli idi. İlk dilin henüz gramer denen sentaks yapısına sahip olmadığını kabul edersek, tek heceli olması gayet doğaldır. Çünkü tek hece ile belli kavramlar kısa ve kolay aktarılabilir. Ayrıntılı cümle kurmaya gerek yoktur.

  2. Bu dil yansımalı sözcükler içeriyordu. Yani, o dönemin insanları doğada duydukları sesleri taklit ederek tek heceli sesler üretiyorlardı.

  3. Bu dil farklı bölgelerden gelmiş insanların karşılıklı iletişim kurma ihtiyacından doğmuştu. Çünkü Orta Asya bölgesine gelenler hem güney-batıdan hem de güney-doğudan o bölgelere ulaşmışlardı.

Peki, kanıtın nedir? diye sorarsanız, kanıtım genetik bulgulardır. Yapılan kromozm genetik araştırmaları bu savı destekler durumdadır.
Neden ön-Türkçe? diye sorarsanız, bu dildeki birçok kök sözcük halen Tütkçe’de varlıklarını sürdürüyorlar da ondan. Bu kök sözcükleri birçok farklı dilde bulmak ve izlerini sürmek mümkündür.

Bu dil ne zaman gelişti? diye sorarsanız, yaklaşık 30.000 yıl önce derim. Kanıtı da ilk kültürel buluntuların yaklaşık 30.000 yıl önceye dayandıklar bilindiğidir. Kültür derken heykelcikler ve kayalara, mağara içlerine yapılmış resimleri kastediyorum.

Şamanların Dünya Görüşü

ŞAMANLARIN DÜNYA GÖRÜŞÜ

Doç. Dr. Haluk BERKMEN

Şamanın insan tanımı

Şamanlık geleneği insanların en eski inanç sistemi olup, tek tanrılı dinlerin ortaya çıkışından binlerce yıl önce kültürel bir olgu olarak saygınlığını kazanmıştı. Dünyanın hemen her tarafında, insan topluluklarının ilk oluştuğu dönemden itibaren, şaman kültürünün izlerine rastlamak mümkündür. Kaya üstüne ve mağara duvarlarına çizilmiş olan resimler Şaman kültürü ile ilişkili olsalar da, Şamanlık esas itibariyle yaşamsal ve mistik bir gelenektir. Bu düşünce ve yaşam birlikteliğine “şamanların dünya görüşü” diyebiliriz.

Bu makalede şamanlık geleneği ve inanç dünyası en genel şekilde ele alınacak ve hem Meksika hem de Asya şamanlığından söz edilecektir. Şamanlar, ortalama insandan farklı olarak, bilinen güncel bilinç durumundan farklı olan ve “ikinci dikkat düzeyi” olarak tanımladıkları trans haline geçerek farklı bir gerçeklik deneyimi yaşayabilirler.

Asya şamanlarını yakından izlemiş olan Wilhelm Radloff şaman hakkında şunu söyler:“Şaman kişi ayinlerden sonra vecd halindeyken söylediklerini tekrarlayamaz ve hatırlayamaz”.

Bu durumun nedeni de şamanın an’da yaşaması ve o an içinde farklı bir gerçeklik boyutuna sıçrayabilmesidir. Bir başka gerçeklikte yaşanan tecrübeler ve alınan bilgiler insanın bilincinde değil, bilinçaltında kayıt olduklarından gündelik yaşama dönüldüğünde hatırlanmamaktadırlar.

Prof. Dr. Fuzuli Bayat, Ana Hatlarıyla Türk Şamanlığı başlıklı kitabında şaman kişiyi şu sözlerle tanımlıyor:

“Şaman, kendine has bir icraata ve bu icraatı gerçekleştirmek için özel tekniklere sahip (trans halleri, oyunculuk, illuziyon vs.) olan ve belli merasimleri yapan, genellikle kötü ruhlar diye nitelendirilen varlıklara hükmedebilen aracıdır. O, insan psikolojisini iyi bilen, korku ve inanın, saygı ve sevincin kaynağı üzerinde uzman serbestliğiyle davranan bir kişiliğe sahiptir. Din adamlarından (kâhin, rahip, keşiş, molla, lama) farklı olarak Şamanlar, esrime (vecd, extase) tekniğinden istifade ederek ruhlarla samimi bir ilişkiye girerler.”

Asya toplumlarında şamanlara Kam veya Baksı denmiştir. Bu konuda Türklerin Kültür Kökenleri adlı kitabında Ergun Candan şunları söylüyor (sayfa 182):

“Şamanların önceden belirlenmiş kutsal bir kitabı olmadığı için, ayinlerde okunacak dua ve ilahiler de belirli değildir. Koruyucu ruhları ayin sırasında onlara ne ilham ederse öyle hareket ederler, öyle dua ve ilahiler okurlar”.

Türk Mitolojisinin Anahatları başlıklı kitabında Yaşar Çoruhlu şöyle diyor (sayfa 63): “Herkesin şaman olması mümkün değildir. Şamanlar seçilmiş insanlardır. Bunlar nadiren soylarında kam-şaman bulunmayanlar arasından seçilir. Araştırmacıların belirttiğine göre ‘büyük şamanlar’ kendi isteğiyle değil de ruhların çağrısı sonucunda şaman olurlar. Şamanlık mesleği babasından kalanlarsa ‘küçük şamanlar’dır.”

Toltek şaman geleneğinden gelen Don Juan Matus (DJM) Meksika Şamanlığını Carlos Castaneda’ya (CC) birçok yönüyle aktarmıştır. Don Juan Matus kendini bazen bir “bruho” (büyücü) bazen de “bilge savaşçı” olarak tanımlar. DJM’a göre büyücü hiçlikten geçerek hepliğe ulaşmış bir ‘bilge savaşçı’ kişidir. Castaneda’nın İçten Gelen Ateş başlıklı kitabında DJM bilge savaşçıyı şu sözler anlatır:

“Bilge savaşçılar farkındalıklarını arttırmaya uğraşırlar. Kendilerine verdikleri önem tümüyle yok olunca en yüksek farkındalık düzeyine ulaşırlar. Kendilerinde savunacak hiçbir şey kalmayınca herşey olurlar”.

Bu tanıma göre bilge savaşçının (şamanın) amacı farklı bilinç durumları yaşayarak farkındalığını arttırmak ve kendi takıntılarıyla savaşarak ‘her şey’ olabilme yeteneğini elde etmektir. Bunu sağlamak için de tüm varsayımlarından ve ön fikirlerinden kurtulmak, salt enerji varlığına dönüşme yeteneğini kazanmak zorundadır. Evrende tüm var olanların enerji yumaklarından ibaret olduklarını “sezgisel görme” yetisi ile farkına varan bilge savaşçı, evrenin enerji alanını algılar ve bilgelik yolunda bir hayli ilerlemiş bir kişiliğe ulaşır.

CC, Ixlan Yolculuğu adlı kitabında DJM tarafından kendisine aktarılan bilgilerin yaygınlığı ve dünya gerçekliği hakkında şu açıklamayı yapar:

“Şu ana dek Don Juan’ı bir kültür ortamına oturtmak için hiçbir çaba göstermiş değilim. Onun kendisini bir Yaqui Kızılderilisi olarak tanımlaması, onun büyücülük bilgisinin Yaqui Kızılderililerince yaygın olarak bilindiği ya da uygulandığı anlamına gelmez.” [sayfa 10]

Ancak, DJM’un tin tarafından seçilmiş şamanlar zincirinin son halkası olduğu ve Toltek Şamanları olarak bilinen bu kişilerin bilgilerini aktardığı söylenebilir. DJM’a gerçek hakkındaki görüşü sorulduğunda şu yanıtı veriyor:

“Bir büyücüye göre gerçeklik, ya da hepimizin bildiği dünya, yalnızca bir betimlemeden ibarettir”. [sayfa 11]

“Gerçekte bildiğimiz dünyanın gerçekliği öylesine sorgusuz sualsiz kabullenilmiştir ki, büyücülerin temel önermesi olan, gerçekliğimizin birçok betimlemelerinden yalnızca biri, diye ele alınması düşüncesine ciddi bir önerme diye bakıldığı pek görülmez.” [sayfa 12]

Hepimizin ‘Gerçek’ dediği, bu dünyanın bir betimlemesinden ibaret olduğunu modern bilim de söylüyor. Kuantum Kuramına göre gözleyen ve gözlenen karşılıklı etkileşen bir bütünsel dalga oluşturur. DJM, her insanın bir dalgasal enerji kozası içinde yaşadığını söylüyor:

“Hepimizin bir baloncuğun içinde olduğumuzu söyler büyücüler. Doğum anımızda yerleştirildiğimiz bir baloncuktur bu. Önceleri açıktır baloncuk, sonraları kapanmaya başlar ve mühürlenir. Bu baloncuk bizim algılamamızdır. Yaşamımızın tümünü bu baloncuk içinde geçiririz. Yuvarlak çeperlerinde kendi yansımamızı görürüz”. [Erk Öyküleri, sayfa 257]

Tüm memeliler doğmadan önce plasenta denen bir zarın içinde yaşama başlarlar. Doğumdan sonra fiziksel plasenta baloncuğunun bir enerji kozası olarak devam ettiğini ve bu kozayı sadece şamanların görebildiklerini söylüyor, DJM. Doğumdan sonra kafanın tepesindeki bıngıldağın kapanışına benzer şekilde enerji kozası da kapanıyor. DJM devamla:

“Yansıyan şey bizim dünya görüşümüzdür. Bize doğum anımızda verilen bu görüş önce bir betimlemedir, tüm dikkatimiz onun tarafından çelinip de betimlemenin bir dünya görüşüne dönüşmesine dek de öyle kalır. Öğretmenin ödevi, bu görüşü yeniden düzenlemek, ışıldayan varlığı, velinimetin baloncuğu dışarıdan açacağı ana hazırlamaktır.” [Erk Öyküleri, sayfa 258]

Meksika şamanlığında şaman olacak olan çömezi iki kişi yönetmektedir. Biri, onun birinci dikkati ile ilgilenen öğretmeni, diğeri ikinci dikkati ile ilgilenen velinimetidir. Gündelik bilincimiz olan birinci dikkatte olduğumuz vakit çevremizdeki dünyayı maddesel ve bağımsız nesnelerden oluşmuş olarak betimler ve algılarız. İkinci dikkatte ise dünya bütünsel bir enerji alanıdır ve yalıtık nesneler yerine akışkan enerji dalgaları algılarız. DJM:

“Işıldayan varlığı bütünselliğine doğru yönlendirmek dikkat isteyen bir manevradır. Onun için öğretmenin içeriden, velinimetin de dışarıdan çalışması gerekir. Öğretmen dünya görüşünü yeniden düzenler. Bu görüşe Tonal adası adını vermiştim. Bizi biz yapan her şeyin bu adanın üstünde olduğunu söylemiştim. Çömezin algılaması söz konusu olduğunda, öğretmenin görevi tüm nesneleri baloncuğun bir yarısında yeniden düzene sokmaktır. Velinimetin görevi ise baloncuğu temizlenmiş tarafından açmaktır. Mühür bir kez kırılmayagörsün savaşçı asla eskisi gibi olamaz. Bütünselliğinin yönetimi elindedir artık. Baloncuğun bir yarısı aklın, tonalın mutlak merkezidir. Öteki yarısı da istencin, nagualın mutlak merkezidir artık. Olması gereken düzen budur.” [Erk Öyküleri, sayfa 258, 259]

Castaneda’nın kitabında Tonal şöyle açıklanır:

“Tonal bizi biz yapan her şeydir. Adlandırabildiğimiz her şey Tonaldır. Tonal da kendi edimlerinin bir bütünü olduğu için her şey ister istemez onun alanına girer. Göze görünen her şey Tonaldır, denebilir. Onu doğumla birlikte büyütmeye başlarız. İçimize havayı ilk çektiğimiz o an, Tonal içinde erkle nefes almaya başlamış oluruz. Yani bir insanın Tonalı, doğumla başlar, ölümle biter.”

Savaşçı şaman kişi hem Tonal’in, yani gündelik hayatla ilgi gerçekliğin, hem de Nagual’in, yani ruhsal ve tinsel dünyanın, üstadıdır. Her ikisinde gerektiği şekilde yol bulur ve her ikisi arasında gidip-gelerek anda yaşar; dolayısıyla her anın değerini tam olarak verir. Bu tür bir yaşam tarzına “kusursuz yaşam” adını verir.

Savaşçı bilge kişi aynı zamanda bir gönül yolcusu olarak tanımlanabilir. Bilgiyi üstün olmak, önemsenmek veya ego tatmini için aramaz. Gönlüne mutluluk verdiği için ve enerjsini arttırdığı için onu seçer ve içselleştirir. Bilir ki seçeceği yeni bir deneyimin diğer herhangi bir deneyimden farkı yoktur. Onun için tek ölçüt yaşamakta olduğu deneyimin bir gönül yolu olmasıdır. Gönül yolunu seçen şaman kişi bu yolda hem kendine hem de çevresine faydalı ve yararlı bilgiler edinir ve aktarır. Eğer gittiği yol gönül yolu değilse o yolu tereddüt etmeden terk etmesini de bilir.

ASYA ŞAMANLIĞI

Asya kıtasında binlerce yıldır devam eden şaman kültürü, hem zengin bir inanç dünyasını hem de topluma yararlı pratik sonuçların oluşmasını sağlamıştır. Gökteki ve yeraltındaki ruhlarla ve tanrısal güçlerle ilişki kuran şamanlar gündelik sorunlara çözüm getiren ve yönlendirip şifa sağlayan kişiler olarak topluma ve kişilere pratik yararları dokunmuştur. Asya toplumlarından Altay, Tuva, Teleüt, Telengit ve Kuman Türkleri bu tür görev yapan kişilere Kam, Kırgızlar ve Kazaklar Baksı, Tunguzlar, Nanaylar ve Mançular Sam veya Sama adını vermişlerdir. Şaman sözünün de bunlardan türediği bilinmektedir.

Şaman kişinin kendi isteği ile bu yola girmediği ve genelde Bay Ülgen veya Ulu Toyon adı verilen göksel güçler tarafından seçildiği kabul edilir. Şaman statüsüne geçişte demircilerin patronu Kıday Baksı’nın da etkileyici olduğu, ateşle demiri ısıtan, yumuşatan ve şekil veren demircilerin özel kişiler oldukları, kötü ruhları kovdukları, tedavi edici ve gelecekten haber verici özelliklere sahip olduklarına inanılır. Ateşe egemen olan ve sert demire şekil veren demirci ustası ile insana, doğaya ve topluma etkin olan şaman kişi arasında ortak özelliklerin bulunduğu inancı en eski dönemlerden beri var olan bir görüştür.

Ana Hatlarıyla Türk Şamanlığı başlıklı kitabının 215’inci sayfasında Fuzuli Bayat şunları söylüyor:

“Türk mitolojisine göre bilgeliğin kaynağı, başlangıcın kaynağı olan öteki dünyadır. Şaman, kozmik seyahat olarak değerlendirilen kamlık süresi boyunca bu bilgiyi insanlara ulaştıran aracı kişi görevini üstlenir. Kamlık, işlevi açısından önce evreni ve maddi âlemle ruhlar âlemi arasındaki ilişkiyi anlama ve algılama yoludur”.

Şaman inancında insan soyu ışıktan ve karanlıktan türeyen iki zıt kuvvetin etkisi altındadır. Bunlardan birincisi, yani ışık üreten kuvvet, semada oturur, güneşin ısıtan ve aydınlatan ışınlarını yeryüzüne gönderen odur. Şaman kişiler tarafından bu güce verilmiş olan ad Gök Khan’dır. “Gök” aynı zamanda göğün rengi olan mavi rengin de adıdır. Böylece Gök Khan, veya Gök Tengri, aydınlık ve bulutsuz göğü simgeleyerek Türk panteonunun en saygın ve iyilik saçan, yaşam veren, tanrısı durumundadır. Gök Khan’ın Su Khan ve Temir Khan adlı iki oğlu vardır. Bunlar yer tanrıları olarak kabul edilirler ve insanların kendilerine sundukları adakları sevgiyle kabul ederek istekleri karşılarlar.

Wilhelm Radloff, Türklük ve Şamanlık adlı kitabında şunları söylüyor:

“Şamanlara göre bütün dünya ruhlarla doludur. Dağlar, göller, ırmaklar (yer-su) hep canlı nesnelerdir. Bunlar yalnız coğrafi yapılar değil, fakat konuşan, duyan varlıklardır. Kutsal saydıkları dağlardan ve ırmaklardan bahsettiklerini dinlerken, gözle görülen dağlardan ve sulardan mı yoksa o isimleri taşıyan insanlardan mı söz ettiklerini fark etmek güçtür; ruh bizzat dağdır ve dağ bizzat ruhtur”.

Görülüyor ki Asya şamanları ruh-beden ayırımını batılı düşüncede olduğu gibi yapmıyorlar ve Hem-hem mantığına uygun düşünüyorlar. Aynı şekilde ruh sahibi olan ateşe inandıklarından, ateşin kendilerine birtakım bilgiler aktaracağına da inanırlar. Radloff kitabının 273’cü sayfasında şunları aktarıyor:

“Ateşe bakıp kehanet etmek Türklerde çok eski bir görenektir. Ateş ıslık çalarsa uzaktan bir kişinin geleceğine işarettir. Yakutlar ocaktaki külün kıpırdadığını görürlerse “oğ kutu oynuyo” (çocuk ruhu oynuyor) derler ve ateşin ailede bir çocuk doğacağını haber verdiğine inanırlar. Umumiyetle ateşe bakıp fal bakmak Orta Asya Türklerinde yaygındır. Kırgızların Manas destanında Manas’ın babası Çakıp Han ateşe bakıp gelinlerinin geleceği hakkında yorumlar yapar. Şamanlara göre ateş her şeyi temizler, kötü ruhları kovar.”[sayfa 274]

Anadolu inancına göre de ateş üzerinden atlamak hem ruhu temizler hem de insana yeni bir enerji sağlar. Yani, şamanlar bedenlerini enerjiye dönüştürme gücüne sahiptirler. Bu konuda Radloff şunlar diyor (sayfa 298):

“İslam şeyh ve dervişlerinin menkıbelerine benzeyen menkıbeler (Altayca yürümler) kamlar-şamanlar hakkında da söylenir. “Ateşe atmışlar yanmamış”, “Kuş suretine girmiş uçmuş” veya “iki rakip şaman boğa donuna girip kavga etmişler” şeklinde söylemler bulunur.” Resimde bir Tuva şamanının kıyafeti görülüyor.

Şaman kişilerin enerji kozalarındaki iplikçileri kullanarak dönüşmeleriyle ilgili olarak CC Kartalın Armağanı kitabının 336cı sayfasında şunları söylüyor:

“DJM daha sonra bana, gün batımında oradan ayrılacaklarını ve gitmeden önce benim için yapabilecekleri en son şeyin, zamanımın sürekliliği içinde bir açıklık, bir kesinti yaratmak olacağını söyledi. Bende süreklilik içinde bir bütün olduğum duygusuna müdahalede bulunmak üzere beni derin bir uçuruma fırlatacaklardı. Boşluğa atlayış, normal bilinç düzeyinde bulunduğum anda başlayacaktı ve söylenene göre düşüş anında ikinci dikkatim dizginleri ele alacaktı; uçurumun dibine vardığımdaysa ölmeyecek, tamamen öteki benliğimin içine girmiş olacaktım. Don Juan enerjim tükendiğinde öteki benlikten çıkacağımı, ancak kendimi, atladığım uçurumun kenarında bulmayacağımı belirtti. Tahminine göre kendimi en sevdiğim yer neresiyse, orada bulacaktım. Bu, bendeki zaman duygusunun akışına bir müdahale olacaktı”.

Bu sözlerden şunu anlamak mümkündür: Büyücü olacak olan şaman kişi ikinci dikkate geçtiği vakit fiziksel bedeni saf enerjiye dönüşebilmekte ve bu enerji-bedenin veya kozasının ışıltılı iplikçikleri sayesinde diğer enerji dalgalarını kullanarak farklı ve uzak yerlere giderek maddeye yeniden dönüşebilmektedir. İşte, bilim adamlarının araştırdığı “teleportation” denen maddenin bir yerden diğer bir yere ışınlanması ve yeniden madde olarak belirmesi olayını şamanların gerçekleştirebildikleri anlıyoruz. Bu dönüşümü Tonal’dan Nagual’e ve tekrar Tonal’e geçiş olarak tanımlayabiliriz. Ancak bu dönüşümün ne şekilde gerçekleştiğini şamanlar dahi açıklamaktan acizdirler.

“Nagual inanılmaz şeyler yapabilir. Mümkün olamayacağı sanılan şeyler, Tonal’ın düşünemeyeceği şeyler. Ama uygulayanın neyin nasıl gerçekleştiği yönünde hiçbir şey bilmemesi, bu işin olağanüstü yanıdır. Başka bir deyişle Genaro (velinimet) bu işleri nasıl yaptığını bilmez. Yalnızca yaptığını bilir. Savaşçının gizi Nagual’e nasıl ulaşacağını bilmektir. Bir kez ulaşmaya görsün, neler olacağını sen benden daha iyi tahmin edersin, artık”.DJM (Erk Öyküleri sayfa 184)

DJM şamanda gizli bir güç bulunduğunu ve “istenç” adını verdiği bu gücün bedenin orta bölümünden çıkan tek bir ışıklı telcik olduğunu söyler. Sayfa 186’da şu sözlerle telciği tanımlar:

“Büyücü istenci sayesinde bu telciği aklına gelebilecek herhangi bir yere yönlendirebilir. Başka bir anlatımla, savaşçı Nagual’a bu telcik yoluyla batar”.

DJM istenç denen gücü şöyle açıklar: “Bizler, ışıldayan varlıklar, iki erk halkasıyla birlikte doğduk: ne var ki, dünyamızı yaratmak için yalnızca birini kullanırız. Biz doğduktan hemen sonra bize takılan bu halka akıldır, yoldaşıysa konuşma. İkisinin arasında tertip edilip sürdürülür bu dünya.

Yani, aslında, aklın sürdürmek istediği dünya, bir betimlemeden, aklın kabullenmeyi ve savunmayı öğrendiği değiştirilemez kurallarından yaratılan dünyadır. Işıldayan varlıkların gizi ise şudur; hiçbir zaman kullanmadıkları ikinci bir erk halkası daha vardır onların: istenç. Büyücünün oyunu, sokaktaki adamın oyunuyla aynıdır. İkisinin de bir betimlemesi vardır. Biri; sokaktaki adam, bunu aklıyla destekler. Diğeri; büyücü ise ‘istenci’ ile. İki betimlemenin de kendine özgü kuralları vardır. Ama büyücü daha üstün durumdadır, çünkü istenç, akla oranla daha kapsayıcıdır.”

Günümüzde enerji bedene “astral beden” denmekte ve bu bedenden sürekli bir ışınım içinde bulunan bu enerji alanı görücü medyumlarca görülebilmektedir. Çakra denen merkezlerden çevreye yayılan enerji telcikleri çevre ile etkileşmekte, tesirler yollamakta ve tesirler almaktadır. Türklerin Kültür Kökenleri adlı kitabında Ergun Candan Anadolu’da selamlaşmak, el sıkışıp tokalaşmak ve kucaklaşıp öpüşmek dahi bir tesir (enerji) alış-verişi olduğunu söyler.

Yada Taşı

Ergun Candan aynı kitabın 460cı sayfasında: “Doğa olaylarına sihirli (büyülü) yöntemlerle müdahalede bulunmak Orta Asya’daki Türkler arasında çok yaygındı. Elimizdeki tarihi belgeler bu alanda atalarımızın oldukça başarılı olduklarını göstermektedir….Ancak Anadolu adetlerine sadece yağmur yağdırma ritüeli gelebilmiştir”.

Kaşgarlı Mahmut Divan-i Lügat–it Türk adlı ünlü eserinde konuyla ilgili bizzat şahit olduğu olayı şöyle anlatır:

“Belli taşlarla yapılan birtakım ayinlerde rüzgâr estirilir, yağmur yağdırılırdı. Bu, Türkler arasında tanınan bir şeydir. Ben buna gözümle şahit oldum. Orada bir yangın olmuştu, mevsim yaz idi ve bu uygulamayla kar yağdırıldı ve yangın söndürüldü”.

Söz konusu taşlar Yada taşı olarak bilinen yeşil renkli yarı değerli taşlardır. Bu taşların daha nadir olan değerlilerine yakut adı verilmiştir ki, kuzey doğu Asya bölgesine Yakutistan adının verilişi bu taşla ilgilidir. Radloff da Türklük ve Şamanlık adlı eserinin 350ci sayfasında diyor ki:

“Türk kavimlerinde çok eski devirlerden beri yaygın bir inanışa göre, büyük Türk tanrısı tarafından kendilerine Yada (yahut cada) denilen bir sihirli taş armağan edilmiştir ki bununla istediklerinde yağmur, dolu yağdırır, fırtına çıkarırlardı”.

Asya şamanı DJM’dan farklı olarak istenç denen enerjiyi Yada taşı sayesinde doğa olaylarını etkilemek ve kendi isteği yönünde oluşturmak için kullanır. Yada taşı hakkında bilgiler Prof. Fuat Köprülü ve Prof. Zeki Velidi Toğan’ın eserlerinde bulunur. Aktardıklarına göre Abbasi halifesi Me’mun bu taş hakkında bilgi edinmesi için Nuh Bin Esed adlı kişiyi görevlendirmiş ve sorgulanan Asya Türkleri: “Bu haberler doğrudur, fakat sebebini bilmiyoruz” demişlerdir. [Türklük ve Şamanlık, W. Radloff, sayfa352]

Bütün Dünya dergisinin Mart 2010 sayısında bu konuda bir makale yayınlayan Cengiz Özakıncı, derginin 78’inci sayfasında şunları söylüyor:

“Avrupa’da her nerede kuruluşu 6,000 yıl önceye dayanan bir taş anıt veya gömüt bulunmuşsa orada yapılan kazılarda, Orta Asya Türklerinin Yada taşı dedikleri; hemen bütün Avrupa dillerinde “Jade” (ceyd) olarak adlandırılan ve Farsların Yeşim taşı dedikleri sert taştan yapılma baltalar ve Türkuaz taşından gerdanlıklar bulunmuştu”.

Yeşil-mavi renkli olan bir yarı kıymetli taş Avrupa’ya Türkler tarafından tanıtılmış olmasından dolayı “Türk’e ait” anlamında taşa “Türkuaz” denmiştir. Cengiz Özakıncı makalesinde şu sonuca varıyor (sayfa 79): “Jade taşından baltaları yapanlar da, bunları Avrupa’ya, Truva’ya getirenler de Asya’lı Turani Türklerdir.”

Bu tılsımlı taşı yağmur yağdırmak için kullananlar da yine Asya şamanlarıdır. Doğu Anadolu Kültürü Üzerine bir İnceleme başlıklı kitabında Mustafa Aksoy şöyle diyor (sayfa 173):

“Eski Türk inancına göre ilk insanlar meyve ve bitkilerle beslendikleri için ateşe ihtiyaçları yoktu. Fakat zamanla Tanrı Ülgen et yemelerini de istedi ve kuru otları toplayıp iki taş arasında ezerek ateşi meydana getirdi. Altay ve Yakut Türklerinde çakmak (Yada) taşından elde edilen ateş “kutlu” sayılmaktadır. Yakut şamanları ayinlerinde bu taştan elde edilen ateşi kullanırlar. Kibritle elde edilen ateşe “Rus ateşi” derler ve ayinlerinde kullanmazlar.”

Rüya bedeni

Asya şamanları ateşe bakarak trans denen ikinci dikkat düzeyine geçebilirler. Trans sözünün Arapçası “vecd”, Türkçesi “esrime”dir. DJM için transta bilinçli hareket edebilen kişilere “Rüya Görücüler” denir. DJM CC’ya bu konuda şunları açıklar:

“Bir rüya görücü olduğuna kendini ikna et. Henüz tam bir rüya görücü olmasan bile rüya görücü olduğuna kendini ikna edersen enerjiden ibaret olan bedenin bunu bilir, yani şuurlu olur. Şuurlu olmak demek, bilincin bilincinde olup dikkati sürdürebilir olmak demektir. Bir büyücü için Rüya görmek, ikinci dikkat düzeyinde kontrol kazanmanın kapısıdır. İkinci dikkat düzeyini bir okyanusa benzetirsek, rüya görmek, bu okyanusu besleyen bir dereye benzer. Büyücü ikinci dikkat düzeyinde farklı dünyalardan haberdar olur ve onların içinde serbestçe hareket eder. Rüya sayesinde diğer dünyalarda bilinçli hareket edip bilgi toplamak, bilge savaşçının en büyük başarısıdır.“

İşte tüm Asya şamanlarının yaptığı da budur. Davul sesi ile birlikte sürekli tekrarlanan sözler sayesinde şaman transa geçer ve ikinci bilinç düzeyinde aradığı sorunun yanıtına ulaşır. Soru bir kişinin şifa bulması veya gelecekte olması istenen herhangi bir olayla ilgili olabilir.

Şaman kişi yani büyücü ikinci dikkat düzeyinde kendine yardımcı bir ortak seçer. Bu ortak rüyasında çeşitli şekillere bürünebilir. Örneğin, Castaneda Peyotlu çiğnediğinde karşısına bir köpek çıkmış ve kendi de köpek gibi davranıp onunla oynamıştır. Şu halde Castaneda’nın kutsal hayvanı ve yardımcısı köpektir. Her insanın kutsal hayvanı farklıdır.

Rüyada kutsal hayvanı ile karşılaşan rüya beden saf enerji olduğundan kütlesi yoktur. Bu özelliğinden dolayı fizik bedenin başaramayacağı işler başarabilir. Uçabilir, düz duvara tırmanabilir her türlü ortamdan geçebilir, hatta bir anda evrenin öbür ucuna seyahat edebilir. Kutsal hayvan, yani “ortak” ona her türlü hareketinde yardımcı olur ve istediği bilgilere ulaşmasını sağlar. Rüya görme sanatı bu ortak denen enerjiye hâkim olma sanatıdır. Onu şuurlu bir şekilde kullanma sanatıdır.

Rüya bedeninin etrafındaki diğer enerji paketlerini algılama gücü vardır. Rüyada şuurlu hareket etmek ve enerji olan akışkan bedene hâkim olmak fazladan erk sahibi olmayı gerektirir. Her varlık belli bir erk deposu olup bu enerjisini gündelik hayatta uyanık iken harcar. Uyurken de yeniden enerji depolar. Fakat uyurken erkini kullanan büyücünün gündelik hayatta depoladığı enerjiyi çok hesaplı harcaması gerekir. Bu bakımdan gündelik hayatta gereksiz her türlü enerji tüketen davranıştan kaçınmaya çalışır. Yani, evrensel enerji olan tin enerjisi ile uyum halinde olması ve istemeden istemesi gerekir.

Evrensel enerji ile uyum içinde olmak, gündelik yaşam içinde etrafında beliren küçük etkileri (yora denen mesajları) yorumlaması anlamına gelir. İşte bu şekilde yaşanan gündelik yaşam, diğer insanlarınkinden farklı olduğu için bu tür bir yaşam tarzına Şamanın Dünya Görüşü denir.

Orta Asyayı tanımak

Size “The Wilson Quarterly” e-dergisinden bir makaleden alıntılar aktarmak istiyorum. Makalenin ingilizcesi şu bağlantıda:

http://www.wilsoncenter.org/index.cfm?fuseaction=wq.essay&essay_id=545818

Yazar: S.Frederick Starr, Johns Hopkins Üniversitesi Orta Asya- Kafkaslar Fakültesi İleri Uluslararası Çalışmalar başkanıdır. Aynı zamanda Kennan Enstitüsünde Woodrow Wilson Merkezi’nin kurucusu ve Oberlin College ile Aspen Enstitüsü başkanıdır. Mesleğine Türkiye’de arkeolojik kazılar yaparak, Princeton Üniversitesinde entellektüel tarih dersleri vererek başlamış ve yazmakta olduğu kitap için bu makaledeki fikirleri bu sırada bir araya getirmiştir.

Çeviren: Füsun Doruker

ORTA ASYA’ YI YENİDEN KEŞFETMEK

<strong>S. FREDERICK STARR  </strong>

Orta Asya, bir zamanlar ‘binlerce kentin bulunduğu topraklardı’ ve dünyanın en tanınmış bilim insanlarının, şairlerinin ve düşünürlerinin bir kısmı burada yaşıyordu. Günümüzde bu bölge acımasız bir durgunluk içinde kalmıştır. Orta Asya’nın geleceğini hayal etmek için görkemli geçmişine yolculuk yapmamız gerekir.  

M.S. 998 yılında birbirinden yaklaşık 300 kilometre uzakta, günümüzde Özbekistan ve Türkmenistan adıyla bilinen topraklarda yaşayan iki genç adam yazışmaya başlamıştı. 21inci yüzyıl laboratuvarlarına son derece uygun gibi görünecek sözlü bir dövüş ile tartıştıkları 18 sorunun bazıları bugün  hâlâ büyük bir güçle yankılanmaktadır. 

Yıldızların arasında başka güneş sistemleri var mı yoksa evrende yalnız mıyız? diye soruyorlardı. Avrupa’da bu sorular 500 yıl daha yanıtsız olarak kalacaktı ama bu genç adamlar yalnız olmadığımızdan emindiler. Yeryüzünün bütün ve tamamlanmış olarak mı yaratıldığını yoksa zaman içinden evrim geçirip geçirmediğini de sormuşlardı. Zamanın başı ya da sonu olmayan bir süreklilik olduğunu kabul etmişlerdi.



Başka bir deyişle yaradılışı kabul etmemişler ve evrimsel jeolojinin ve hatta Darwin görüşlerinin ortaya çıkışını yaklaşık bin yıl önceden tahmin etmişlerdi. Bu fikirler itiraf ettikleri gibi, orta çağ Hrıstıyanlığına olduğu kadar İslam inancına da aykırıydı.



Bilim tarihinde, bugün geri kalmış olarak kabul edilen bölgede bin yıl  önce ortaya atılan bu sorular kadar büyük bir cüretle geleceğe atılmış pek az tartışma vardır. Bir kaç kopyası elimize ulaştığı ve yaklaşık bin yıl sonra basıldığından bunları biliyoruz. Yirmi altı yaşındaki Ebu el-Reyhan el-Biruni ya da Biruni (973-1048) Aral Gölü kıyısında yaşıyordu ve coğrafya, matematik, trigonometri, kıyaslamalı din, astronomi, fizik, jeoloji, psikoloji, mineraloji  ve farmakoloji dallarında öne çıkmıştı. Ebu Ali Sina ya da İbni Sina (tahmini 980-1037) günümüzdeki Özbekistan’daki görkemli Buhara kentinde yaşıyordu ve tıp, felsefe, fizik, kimya, astronomi, ilahiyat, klinik farmakoloji, etik ve hatta müzik alanlarına damgasını vurmuştu. Daha sonraları İbni Sina’nın el-Kanun fi’t-Tıb adlı yapıtı Latinceye çevrilince, Batı dünyasında çağdaş tıbbın başlangıcı tetiklenecekti. Antik çağ ile Rönesans dönemi arasında yaşamış olan en büyük bilim insanları arasında yer almaktadırlar.  

Bugün  çoğu kişi bu tartışmacı dâhileri Arap olarak tanımaktadır. Her ikisi de Arapça (ayrıca Farsça) yazdıklarından dolayı anlaşılır bir durumdur ama İngilizce yazan bir Japon nasıl İngiliz sayılmazsa, Arapça yazan bir Orta Asyalı da, Arap sayılmaz.  

Daha doğrusu her ikisi de günümüzde Orta Asya adını verdiğimiz bölgede yaşayan matematik, astronomi, tıp, jeoloji, dil bilim, siyaset bilimi, şiir, mimarlık ve uygulamalı teknoloji alanlarında dahi düzeyine ulaşmış etnik Türkler grubuna mensuptu. 800 ile 1100 yılları arasında Orta Asyalı bilim insanı, sanatçı ve düşünür topluluğu, bulundukları bölgeyi dünyanın entellektüel merkezi durumuna getirmiş ve etkileri Doğu Asya’dan Hindistan’a, Avrupa’ya ve Ortadoğu’ya kadar yayılmıştı.



Oldukça görkemli bir ortamdı. Bin yıl önceki Orta Asyalıların zihinsel başarılarını saymaya nereden başlayacağını bilmek de oldukça zordur. Matematikte oransız sayıları ilk kabul edenler, kübik denklemlerin farklı biçimlerini uygulayanlar, trigonometriyi icat edenler, ondalık sistemi ve Hint rakkamlarını (Batı dünyasında ‘Arap’ rakkamları olarak adlandırılır) yaygınlaştırıp kullananlar Orta Asyalılardı. Astronomide dünyanın çapını son dönemlerle kıyaslanabilecek kadar büyük bir kesinlikle saptamışlar, çağdaş zamanların öncesinde en büyük gözlemevlerinin çoğunu inşa etmişler ve son derece kesin astronomik tabloları hazırlamak için kullanmışlardı.



Kimya alanında tepkimeleri ilk kez tersine çevirenler saflaştırmak için kristalizasyonu kullananlar, özgül yer çekimini ölçenler, Dmitri Mendelev’in 1871’de hazırladığı periyodik tabloyu çağrıştıran biçimde elementleri gruplayanlar yine Orta Asyalılardı. Bilgi ve bulguları toplayıp ekleyerek eski tıp bilimine katkıda bulundular, farmakoloji alanını genişletip Batı’ya ve Hindistan’a yaydılar. Teknoloji dalında yel değirmenlerini ve suyu kaldıran hidrolik makineleri icat edip zaman içinde batıda Ortadoğu ve Avrupa’ya ve doğuda Çin’e kadar yaydılar.



Yüzyıl kadar önce Leipzig’li düşünür Heinrich Suter bu bilim insanlarının  çoğunun etnik Türk kökenli olduğunu ve Orta Asya’dan geldiğini ilk kez ortaya çıkardı. Bu durum matematikçi ve astronom Muhammed bin Musa el-Harezmi (tahmini M.S. 780-850) için de geçerlidir. Tıpkı Biruni gibi o da Özbekistan-Türkmenistan sınır bölgesindeki Harizm yöresinden geldiğinden ‘el-Harezmi’ adıyla bilinir. Birçok keşfinden biri olan algoritma hâlâ adının çarpıtılmış biçimiyle kullanılırken, ‘algebra’ (cebir) adı ise doğrudan doğruya matematik konusundaki ünlü kitabından gelmektedir. Aynı şekilde Aristotle etikleri konusundaki yaratıcı analizi, Thomas Aquinas dışındaki tüm Batılı düşünürlerin çalışmalarını aşmış olan, Batı dünyasında Alfarabius adıyla tanınan Ebu Nasr el-Farabi de (tahmini M.S. 872-961) Arap değil, günümüzde Kazakistan bölgesinde yaşayan bir Türk idi.  

Abbasi Halifeliğini aslında Orta Asyalıların kurmuş olduğu göz  önüne alınınca Orta Asyalı bu entellektüellerin Bağdat’daki önemli rolü pek de şaşırtıcı gibi gelmiyor.



Böylesine ünlü dahiler yetiştirmiş olan ‘Orta Asya’ bölgesi hangi ülkeleri kapsıyor? 1991 yılında bağımsızlığını kazanan beş ‘istan’ yani Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Tacikistan ve Türkmenistan’ın bunların arasında bulunduğu kesindir. Ayrıca günümüzde Afganistan’da bulunan Balkh, Herat gibi kentler de bu entellektüel gelişimin önemli noktalarıydı. İran’ın kuzeydoğusunda yer alan Horasan eyaletinin başkenti Nişapur da sözünü ettiğimiz bereketli yıllarda birçok yaratıcı kişi yetiştirmiştir. ‘Dahiler bölgesinin’ sınırları Çin’in batı bölgelerine kadar yayılıp eski Kaşgar kentini ve Orta Asya’nın kültürel yörüngesine girmiş diğer büyük merkezleri de kapsamaktadır.

Haritanın  üzerine bir daire çizmek ile Büyük Orta Asya adı verilen bu bölgenin böyle bir kültür patlamasını nasıl yarattığını  açıklamak farklı olgulardır. Gelişen kentler kültürel yaşam için yeni alanlar yaratıyordu, bir Arap gezgin ‘binlerce kentin bulunduğu topraklar’ adını verdiği günümüz Afganistan, Tacikistan ve Özbekistan yöresine hayran kalmıştı. Bir zamanlar bu yörenin başkenti olan Balkh kalıntıları hâlâ Afganistan’ın Mazar-i Sharif yaylasının batısında kilometrelerce uzanmaktadır. En görkemli döneminde Balkh kenti, Paris, Roma, Pekin ya da Yeni Delhi’den daha büyüktü. Tüm bölgesel merkezler gibi Balkh’ın da akar suyu, hamamları, ve görkemli sarayları, saray dışında yaşayan halk için kerpiç tuğladan inşa edilmiş sağlam evleri vardı.



Orta Asya, Avrasya topraklarının büyük kültürlerini birbirine bağlayan yolların kesişme noktasıdır. Günümüzde ‘İpek Yolu’  adı verilen yol ağı şaşaalı döneminde her yöne çeşitli malların taşınması için kullanılıyordu. Cam üfleme tekniği Ortadoğudan Çin’e Orta Asya vasıtasıyla yayılırken, kağıt ve ipek üretimi ters yönde Çin’den Batı’ya yayılmıştı. Ama Orta Asyalılar pasif taşıyıcılar değildiler. Beş yüz yıl boyunca Ortadoğulular ve Avrupalılar, Semerkand üretimi kağıtları en kaliteli olarak değerlendirmişlerdi. Avrupa’nın ortaçağ katedrallerinin çoğu şimdi Özbekistanın Fergana Vadisinde üretilen ipek kumaşlarla bezenmişti.

Tüccarlar ayrıca dinsel görüşleri de taşıyorlardı. Büyük İskender’i (M.Ö. 356-323) izleyen Yunanlı yerleşimciler Afganistan’daki yeni kentlerine Athena, Hercules ve Afrodit’in kültlerini getirmişlerdi. Ardından Budizm bu bölgede kendine verimli topraklar bulmuş ve buradan Çin’e, Japonya’ya ve Kore’ye yayılmıştı. Yaklaşık aynı dönemde Yahudi toplumları da şekillenmiş, Suriye Hrıstiyan piskoposlukları kurulmuş ve bölgede Manichean toplumlar (hem Tanrı’ya hem Şeytan’a inanan bir mezhep) ortaya çıkmıştı. Bunca farklı dinin altındaki katmanda bölgenin ana dini olarak iyi ile kötünün, cennet  ile cehennmenin mücadelesine, ruhun kurtuluşuna dayalı olan  Zerdüştçülük yatıyordu.  

Milattan önce altıncı ya da yedinci yüzyılda yaşadığı tahmin edilen Zerdüşt, Balkh bölgesinden gelmişti ama dinsel görüşleri batıya doğru yayılmış, Babil’de bu dinle tanışan Yahudiler etkisi altında kalmışlardı. Zerdüştçülük kavramları Yahudilikten sırasıyla önce Hrıstiyanlığa ardından İslama yayılmıştı.

Yedinci yüzyılın sonlarında İslam dini Arap ordularıyla buraya gelince, bugün kıyaslamalı din ve felsefe analizi diye adlandıracağımız konularda uzman olan bir toplumla karşılaştı. Orta Asyalıların çoğu din değiştirirken, geri kalanları en azından din değiştirmek için kültürel coşkunluk dönemi sona erene kadar beklemişti. Astronom el-Harezmi, Hint rakkamları (ve sıfır kavramı) kullanımının yararlarını diğerleriyle kıyaslayan bir kitap yazarken, başkaları da iyi fikirler bulmak için Hint geometrisini, astronomisini ve hatta takvim sistemlerini araştırıyorlardı. Dünyanın başka herhangi bir yerinde entellektüel açıdan böylesine açık bir bölgenin bulunduğunu hayal etmek bile zordur.

Orta Asyalıları, Çinlilerden ve Araplardan ayıran en önemli nokta, birden fazla dil bilmeleriydi. İnsanı şaşkına çevirecek sayıda farklı dilin ve alfabenin bulunduğu bir ortamda yaşamayı olağan kabul ediyorlar ve hangisine gereksinimleri varsa o konuda uzmanlaşmayı başarıyorlardı. Yeni bir din taşıyan Arap orduları gelince, bazı görevlilerin ve entellektüellerin neler sunduğunu görmek için Arapların garip dilini öğrenmeleri son derece doğaldı. Ardından klasik Yunancadan tercüme edilmiş yazılarla tüccarlar gelmeye başladılar. Çoğunlukla Hrıstiyan Arapların tercümeleri Orta Asya’daki bilim ve felsefeye yeni fikirler getiren çalışmaları oluşturdu. Zaman içinde halk bu konularda uzmanlaşacak ve eski Yunan akıl hocalarından daha ileriye gideceklerdi. 

Bu yaratıcılık patlamasında din ne kadar önemli bir rol oynuyordu? Çoğu kişi için İslam önemli bir unsurdu. Buhari, yaşamboyu sürecek bilimsel çalışmalarına başlarken diğer bazı düşünürler gibi hiç kuşkusuz derin dindarlığın etkisi altında kalmıştı. Farabi, etik temelleri üzerinde yaptığı araştırmaların resmi dini sağlamlaştıracağından hiç kuşku duymamıştı. Bazıları gerçi Farabi ile aynı fikirdeydi ama dinin araştırmaları yönlendirip kısıtlaması yerine, özgür sorgulama ve araştırmaların dine yön vermesi gerektiğine inanıyordu.



Bu arada dinin sıradan kitleler için yararlı olduğuna ama entellektüeller için saçmalık olduğuna inanan septikler de vardı. Günümüzde daha çok şiirleriyle tanınan ünlü matematikçi Ömer Hayyam da (1048-1123) aynı fikirdeydi. Ömer Hayyam’ın şiirleri 19uncu yüzyılda Rubailer olarak tercüme edilip Batı dünyasına tanıtıldı.

Bütün bunlara dayanarak entellektüel cesaretin, dinin sundukları yerine sunmadıklarına daha fazla borçlu olduğunu söyleyebiliriz. Aynı dönemde Batı’da din ile bilim arasında süren mücadeleye bakınca bu durum önem kazanmaktadır.  


İnsan, diğer yapıtlarının yanısıra müzik kuramları üzerine önemli bir çalışma yapan Farabi gibi birinin dünyayı kendi avucundaymış gibi görmek için izin almaya ya da cesaretlendirilmeye gerek duymadığını düşünüyor.



Döneme özgün parlaklığını veren büyük beyinler birbirinden çok farklı olduğundan Orta Asya’nın altın çağının dayanak noktalarını tam olarak saptayabilmak çok zordur. Bir kısmı zengin toprak sahibi ailelere mensuptu ve arazilerinin geliriyle yaşayabiliyordu. İbni Sina ve Biruni gibileri ise bol kazançlı yüksek makamlara atanmışlardı. Ama bunlar ayrıcalıklı durumlardı. Düşünürlerin çoğu tam-zamanlı çalışan bilim insanlarıydı ya da en azından böyle olmayı arzuluyorlardı. Kendilerini destekleyecek bilim akademileri ya da üniversiteler olmadığından işleri hiç de kolay değildi.



Orta Asya’nın gücü belirli bir noktaya dayanıyordu. Bilim insanı  olmak isteyen bir kişi Orta Asya doğumlu halife el-Memun’un Bağdat’ta kurduğu Beyt’ül Hikme (Bilgelik Evi) adlı bilim akademisine katılmayı umarak bu kente gidebilirdi. Üstelik batıdaki Iran’da olduğu gibi burada da çok sayıda yerel yöneticiler ve saraylar vardı. Hepsi Bağdat’a saygı duyarken kendilerini işlevsel açıdan bağımsız olarak görüyordu. Bu yöneticilerin tümü kendine göre birer halifeydi, topraklarını otoriter bir biçimde idare edip Türklerden oluşan bir orduyla savunuyordu. Aynı zamanda ticareti destekliyor, vergi topluyor, görkemli başkentler inşa ediyor, sanat ve bilim için büyük servetler harcıyordu. Böyle bir saray Biruni’nin çalıştğı Cürcan yakınında yer alıyordu. Bir başkası antik-duvarlı Semerkand kentindeydi. M. S. 850-1000 yılları arasında Sasani hanedanlığı kentte harika bir kütüphane kurmuştu, bilginlerin Büyük Soruları tartıştığı salonları ve müzik ile şiir üzerine yoğunlaşmış canlı bir yaşamı vardı. 

Bazı  yöneticilerin nazik ve kibar oldukları söylenemediği gibi bazıları  da sanat ve bilim hamisi olarak yeterince sofistike değildiler. Doğu Afganistan’daki başkentinden Hindistan’dan çağdaş Iran’a kadar geniş bir imparatorluğu yöneten Gazneli Mahmud (971-1030) son derece zalimdi ve kültürü bir gereklilik yerine bir süs olarak görüyordu. Yine de Hindistan ve Hinduizm üzerine herhangi bir dilde yazılmış olan en kapsamlı çalışmayı yapan Biruni’ye iş vermişti. Mahmud aynı zamanda Şehname adlı yapıtı (tahmini 1000) İslam-öncesi Pers ülkesini anlatan ve Fransa kadar uzak topraklardaki gezgin ozanları etkileyen ve dünya edebiyatının klasikleri arasında yer alan ünlü şair Ebu’l-Kasım Firdevsi’yi de himayesine almıştı.

Orta Asya’nın son kültür patlaması 1037 yılından itibaren Selçuklu Türkleri yönetimi altında yaşandı ve yüz yıldan fazla sürdü. Çağdaş Türkmenistan’daki Merv ve Bugünkü Iran-Afganistan sınırındaki Nişapur adlı doğu başkentlerinde Selçuklular çeşitli alanlarda çalışan yenilikçileri desteklediler. Başarıları arasında büyük alanları çift kubbelerle örtme yönteminin keşfi de vardı. İlk çabalarının örneklerinin Merv’deki başkentin yıkıntılarının perişan manzarası arasından yükseldiği görülebilir.  

Dolambaçlı  bir yol izleyerek giden bu yenilik Filippo Brunelleschi’nin Floransa katedrali ve St Petersburg’daki St Nicholas katedralinin kubbesinden sonra ABD’nin başkenti Washington’daki Capitol binasının kubbesine kadar yayılmıştı.

Orta Asya’nın görkemli çağı niçin sona erdi? En yaygın açıklama Cengiz Han’ın 1218 yılında anayurdu Moğolistan’dan başlattığı istilalar sırasında entellektüel anaforların azaldığı biçimindedir. Moğol istilacıların Orta Asya’nın görkemli kentlerinin çoğunu yağmaladığı doğrudur ama bu savı çürüten üç karşı görüş vardır. Birincisi, bir kaç tanesi dışında kentlerin çoğunun ticaret sayesinde kısa sürede tekrar canlanmış olmasıdır. İkinci olarak Moğol istilasının bölgeyi yalnızlaştırmak yerine, Büyük Orta Asya ile hem Avrupa hem de Asya’nın geri kalanı arasındaki iletişimi güçlendirmiş olmasıdır. Çünkü Moğollar uçsuz bucaksız topraklarındaki tüm sınırları ve gümrük vergilerini kaldırmışlardı. 13üncü yüzyılda Marko Polo Çin’e giderken Afganistan’dan bir tek ‘vize’ ile geçmişti. Entellektüel canlılığın çok önemli bir unsuru olan kültürler-arası iletişim Moğollar döneminde en üst düzeye ulaşmıştı.



Üçüncü görüş ise 1221 yılında Moğolların özgür düşünceyi bastırmaya kalkışmış olsalar bile (ki böyle bir girişimde bulunmamışlardır) bunu yapmaya kesinlikle ihtiyaçları olmamasıydı. Yüzlerce yıl Orta Asya’ya enine boyuna yayılan kültür enerjisi zaten tam  yüz yıl önce dağılmaya başlamıştı. Yine de 12nci yüzyılda Merv’de hâlâ bir düzine kütüphane vardı, içlerinden birinde 12,000’den fazla kitap bulunuyordu; Buhara’da ise 50’den fazla doktor yaşıyordu.



Eğer ‘katil kim?’ sorusu Moğolları işaret etmiyorsa, çöküşün nedeni ne olabilir? Orta Asya’nın büyük antik kentlerinin çoğu artık çöl güneşinde ısınan ıssız yıkıntılar biçimindedir ve umarsızlıkları ancak arasıra uçuşan adaçayı dallarıyla ortadan kalkar. Bu manzaraya bakınca insan, kultürel çöküşü iklim değişikliğine ya da farklı bir çevresel değişime bağlamayı düşünebilir. Ne var ki, bölgenin ekolojik tarihi üzerine yapılan çalışmalar en parlak yıllardaki iklimin günümüzle aynı olduğunu ve tek önemli değişikliğin bir zamanlar bölgenin iftihar nedeni olarak sulama sisteminin çürümesi olduğunu gösteriyor.



Moğollar ve ekoloji dışında bölgenin çöküşüne en az dört unsurun katkıda bulunduğu düşünülüyor. Bunlardan birinci ve belki de en önemlisi hiçbir şeyin sonsuza kadar dayanmayacağı fikridir. Atina’nın altın çağı ancak yüz yıl kadar sürmüş ve kent daha az parlak olan gümüş çağına girmişti. Rönesans kentlerinin bir kaçı yalnızca yüz elli yıl kadar kültürel yaratıcılığın zirvesinde kalmıştı. Zirveye ulaştıktan sonra inişe geçmenin başlaması doğal ve kaçınılmazdır.



Orta Asya olayında, batıdaki Araplardan daha çok, orijinal düşünmeyi tetikleyen unsur antik Yunan, Ortadoğu ve Hindistan’dan bilinmeyen sınırsız düşünce yapılarını çözmek ve özümsemek arzusuydu. 1100 yılına gelindiğinde bu iş başarılmıştı ve bundan sonra, öncekilerle kıyaslanabilecek yeni öğretiler ortaya çıkmayacaktı.  

Elbette Avrupa Rönesansı benzer bir dürtü sunmalıydı ama bu tarihe kadar uygarlıkları birleştiren büyük ticaret yolları parlak günlerini arkada bırakmıştı ve Orta Asya’nın yalnızlığı ve çöküşü kalıcılık kazanıyordu. Ayrıca dinler, tıpkı parçası oldukları kültürler gibi dinamizm, özgüven ve deneycilikle başlayıp katı bir kalıplaşma döngüleri geçirir. Orta Asya’da bu durum zaten Zerdüstçülük ve Budizm’de yaşanmıştı. Islam dünyasında ise yaratıcı düşünce, erken bir tarihte, 800-1100 yılları arasında çiçek açmaya başlamıştı. Katı kalıplaşma olgusu da erken başlamış ama ancak 1100 yılında zirveye ulaşmıştı. Buna karşın yaklaşık yüz yıl daha entellektüel açıdan canlılığını yitirmeyen her yerden uzak bir kaç noktada varlığını sürdürebilmişti. Ama Türk ve Pers kökenli Orta Asya’da, Arap topraklarında ve Pers ülkesinde, sürekli sertleşen İslam kalıplaşmasının talepleri, özgür düşüncenin ve humanizmin uygulanabileceği  alanı zaman içinde daralttı.



Büyük Orta Asya’nın özgür entellektüel yaşamının kurumasına katkıda bununan bu ‘morfolojik’ gerçeklerin dışında üçüncü  ve daha özgün bir unsur da iş başındaydı: İslam inancındaki Sünni ve Şii ayırımı. Temel ayrışma Hz. Muhammed’in M.S. 632 yılındaki ölümünden ilk kuşak sonrasında ortaya çıkmıştı. Şam’da ilk halifelik yükselmeye başlarken, Sünniler İslam dünyasında etkili olmaya başlamıştı. Yalnızca 968-1171 yılları arasında Mısır’da hüküm süren Şii Fatımi hanedanlığı bu etkinin dışında kalmıştı. Ne var ki, Fatımilerin çöküşünden önce bile Şii mezhebinin mensupları doğuya doğru kovalanmaya başlamış ve dinsel çatışmaların merkez bölgesi İran’a ve Orta Asya’ya ilerlemişti. Aynı tarihlerde bölgedeki Sünni yöneticiler bölücü öğretilerle ilgilendiklerinden kuşku duydukları kişilerin üzerinde baskıyı arttırmışlardı,. İbni Sina gibi tanınmış yenilikçilerin çoğu Şii ailelere mensuptular ve artık ona benzeyen herkesden kuşku duyuluyordu. 

Bu değişim elbette özgür düşünce yanlılarına ağır bir darbe olmuştu ama Sünni çoğunluğu da etkilemişti. Orta Asya’nın batı kıyısında, günümüzde doğu İran’da yer alan Tus kentinden gelen iki kişi artık bu yeni yönü temsil ediyordu. Birincisi olan Nizamülmülk (1018-92) yetenekli bir yönetici ve dönemin en iyi siyaset bilimcilerinden biriydi. Nizamülmülk’ün hocaları onu Orta Asya rönesansının en üstün beyinleriyle tanıştırmıştı. Ama Selçuklu İmparatorluğunun veziri olarak atandığında, Şii bölücülüğüne karşı sürdürülen mücadele son hızla ilerliyordu.



Her tarafta yoldan sapmalar olmasından çekinen Nizamülmülk, medrese adı verilen bir okul ağı kurmayı, böylece kalıplaşmış Sünni İslamı yaymayı ve genç erkekleri bilgili, dinine bağlı sadık bireyler olarak yetiştirmeyi önerdi. Medrese mezunları yalnızca Şii bölücülüğünü reddetmekle kalmayıp, yerleşik kalıplardan saptığından kuşku duyulan tüm düşünme biçimlerine de karşı çıkacaklardı.  

İkinci değişimci olan felsefeci ve ilahiyatçı Ebu Hamid bin Muhammed  el-Gazali, (1058-1111), sınırsız mantık uygulamacılığının ortaya attığı tehlikelere karşı bir cephe saldırısı başlattı. En önemli yapıtının adı zaten her şeyi anlatıyor: Tehafütü’l Felasife (Filozofların Tutarsızlığı). Feodor Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler romanındaki Büyük Sorgucu gibi, Gazali de düşmanını yakından tanıyordu. Bölgenin üstün beyinlerine çekici gelmiş olan Aristotle deneyimselliği en büyük düşmandı. Aristotle’e saldırarak tüm çağdaş rasyonalistlere saldırmış ve son derece yıkıcı bir etki yaratmıştı.



Üç yüz yıl önce Orta Asya’da bağımsız düşünce üzerinde yükselmiş olan perdeyi Nizamülmülk ile Gazali birlikte indirdiler. Yine de Orta Asya halkı tipik yaratıcılığıyla yanıt verdi. İnancın dış biçimleri sertleşip kalıplaşırken, bireysel ruhsallığa yepyeni bir ilgi gösterdiler. Tanrı ile mistik bir deneyim yaşamak için kitaplara, hiyerarşilere, camilere gerek göstermeyen bireysel sisteme Sufizm adı verildi.



Hindistan Hinduizmi, zengin yerel Budizm, Suriye Hristıyanlığı ve hatta bölgenin ticaret merkezlerinde gelişmiş olan Yahudilik gibi inançlara yakınlığı nedeniyle Orta Asyalıların mistik ve özel ibadet biçimleri eksik değildi. Bu inançlarda yer alan mistik akımların Sufizme ne kadar katkısı olduğu tartışılabilir ama açıkça bilinen bir nokta var: gerçi ilk Sufiler Araplardı ama Orta Asya Sufizmin anayurdu oldu. İlk ve en önemli Sufi hareketleri orada ortaya çıktı ve İslam dünyasına yayıldı. Günümüzde Mevlana, Attar ve diğer Sufi şairlerin yapıtları Yeni Çağ taraftarlarını yakaladı ama o dönemde içe dönüşün, günlük yaşamdan uzaklaşmanın temsilcisi oldular.  

1100 yılından sonra Orta Asya dünyanın gözünden kaybolmadı. 14üncü  yüzyılda Batıda Tamerlane adıyla bilinen Timur, Delhi’den Akdeniz’in doğu kıyısına kadar dünyayı fethetti ve bilim insanlarıyla yazarları yeniden inşa ettirdiği başkenti Semerkand’da topladı. Yüz yıl sonra Fergana Vadisinde ortaya çıkan Babür, Hindistan’da Mughal hanedanlığını kurdu. Yetenekli bir yazar olan Babür, eski Orta Asya geleneğini sürdürüp yaratıcı yeteneklere sahip olanları sarayına çağırdı.



Ne var ki, Orta Asya 800-1100 yılları arasında sahip olduğu entellektüel parlaklığına bir daha kavuşamadı. Zenginliğin ve kültürler-arası  iletişimin ortaya çıkmasını sağlamış olan altın yumurtalayan tavuğu yüksek yerel vergiler öldürdü. Dinsel katılaşma bölgenin en özgün düşünürlerini kısıtladı. Çöküş ilerlerdikçe, Orta Asya zaman içinde Avrasya’nın yüksek kültürünün merkezi olmaktan uzaklaştı ve her yerden uzak, ıssız, geri kalmış bölge statüsüne gömüldü.  

1991-2001 yılları arasında Orta Asya’nın açılışı bölgenin entellektüel yapısını değiştirmeye başlıyor. Onbinlerce öğrenci uzaklardaki en iyi üniversitelere gidiyor. Bin yıl önceki atalarının aydınlanma hareketine benzer bir kararla Özbekistan ve Kazakistan hükümetleri bu gençlerin en çağdaş bilgileri edinip ülkelerine getirmeleri için masraflarını ödüyor. Gençler de yaşadıkları bölgeyi küresel dünya fikirleriyle birleştirme tutkusuyla geri dönüyorlar. Önümüzdeki on yıl içinde bu genç erkekler ve kadınlar kendi toplumlarında ve bütün olarak bölgede liderlik rollerini üstlenecekler. Süregiden yolsuzlukları ya da fikirleri üzerinde Sovyet-tipi denetimleri normal kabul edeceklerini düşünmek artık çok zor.

Doğal olarak bu gençler ‘Biz kimiz?” sorusunu soruyorlar. Yanıtlar her yönden çığ gibi geliyor. Ortadoğulular ve hatta Batılılar onlara içinde yetiştirildikleri inançla şekillendikleri için Müslüman olduklarını söylüyorlar. Buna karşılık bazı uzmanlar bölgenin umarsızca gerileyen siyasetini açıklamak için kabile ya da aşiret mirası kavramlarını uyandırmaya çabalıyorlar. Bu arada yerel vatanseverler, Kırgız, Özbek ya da Tacik gibi çeşitli ulusal etnik kimliklerini yüceltip her birinin özgün olduğunu ve birbirine benzemediğini ısrarla iddia ediyorlar.

Önerilen kimliklerin belki gerçekte bazı temelleri olabilir. Ama bu durum yeni yetişen kuşakların ufkunu daraltacağı gibi, kendilerinden beklentilerini de kısıtlayacaktır. Gençlerin köktendinci kuruluşlara ya da dar fikirli milliyetçi gruplara yakınlaşması da kaygı vericidir. Ama Orta Asyalıların bireyleri yükselten, mantık ve bilgelik açısından her bireyi tanımlayan ve o bireyi küresel gelişmelerin ana eksenine yerleştiren son derece anlamlı bir geçmişi var. Bu büyük gelenek 300 yıl boyunca o bölgeyi dünya entellektüelizminin merkezi yapmıştı. Niçin Orta Asyalılar ve yurt dışındaki dostları bazı dar görüşlü dinsel ya da milliyetçi ideolojiler yerine bu inanılmaz mirası bugünkü politikalarının temeltaşı yapmasınlar?



Bunun anlamı, büyük ticaret yollarını yeniden açmaları, sınırlarını  daha serbest bırakmaları, vergileri düşürmeleri ve hükümetlerin işe karışma oranını azaltmaları için bizim ve kendilerinin desteğine odaklanmaktır. Serbest alışveriş aynı zamanda fikir dünyasına da uzanmalıdır. İbni Sina ve Biruni’nin yaradılışçılık yerine evrim üzerine kuramlar getirmesini ve hatta başka dünyaların varlığını düşünmesini sağlayan özgür zihinsel mekânın yeniden sağlanması demektir. İkisi de farklı hükümetlerin idaresi altında yaşadıkları halde kimse onların mektuplarına el koymamış, aykırı düşüncelerini sansürlememişti. Daha doğrusu yöneticiler onların çalışmalarına destek olmak için birbiriyle yarışmıştı.  

Bunlar günümüzde Orta Asya’da gerçekleşebilir mi? Bölgedeki hükümetlerin çoğu kısıtlanmamış kıtalararası ticaretten söz etmekten çok memnun ama özgür fikir alışverişi önerisini dizginliyor. Yine de bölgedeki her ülkede çağdaş İbni Sinaların ve Birunilerin yükselmesine olanak tanıyacak açık fikirliliğe sahip çok üstün kişiler bulunuyor. Yeni kuşak ortaya çıktıkça bu gibi kişilerin hükümetlerdeki sayısı artacak. Yeniden çiçek açan bir Orta Asya fikri çok uzak gibi görünebilir ama özellikle Orta Asyalılar kendi zengin miraslarını tanıdıkça ve bugün için dünün geçerli derslerini aldıkça, olanaksız da değildir. 

Eğer günümüzün bölge halkları bunu başaracaksa, onların uluslararası ortakları, bölge ülkelerini, satranç tahtasında oradan oraya itilecek cansız nesneler gibi görmek yerine, egemen ülkeler gibi görmek zorundadırlar. Onları ‘hammadde kaynağı olarak ilgi alanımız ya da Kabil’e giderken yakıt ikmali noktamız’ olarak görmek yeterli değildir. Daha iyi bir seçenek, bu halkların DNA’sında büyük imparatorlukları yönetmek, daha da büyük ticaret bölgelerini geliştirmek, dünya kültürünün diğer merkezleriyle eşit düzeyde etkileşime girmek, özgün coğrafi pozisyonlarıyla uygarlıklar arasında bir köprü oluşturmanın yattığını kabul etmektir. Böyle bir farkındalık tüm taraflarda beklentileri yükseltecek, bölgenin uluslararası ortaklarının burayı bir jeopolitik oyun nesnesinin ötesinde görmelerini sağlayacaktır.

Elbette bu da kolay olmayacaktır ama Orta Asya’nın geçmişini daha iyi bilmek bir başlangıc noktasıdır.

Çağlar boyunca ahlâk (Etik) akımları

Çağlar boyunca ahlâk (Etik) akımları

Etik sözü, “ETOS” sözünden türer ki anlamı örfler, adetler, alışkanlıklar, karakter yapısı ve moral değerler ile ilişkilidir.
Felsefenin pratik ve nomatif (kurallar ile ilgili) bir koludur. İnsanların birbirlerine ve çevrelerine karşı nasıl davranmaları gerektiği üzerine fikir yürütür. Etiğin kültürel (dini ve geleneksel), sosyal (mesleki, kişisel) ve çevresel yönleri vardır.

Kişisel Ahlâk (Etik)
Kişisel Etik şu üç soruya yanıt arar:
1. Ne yapmak istiyorum? (bedensel arzular, içgüdüler, maddi hazlar, istekler)
2. Ne yapabilirim? (kişisel yetenekler, sosyal baskılar, doğal ve çevresel şartlar)
3. Ne yapmam gerekir? (dini şartlar, hukuk kuralları, vicdan ve öz-denetim)

Bu üç soruya ortalama insan çok basit bir yanıt verir. O da. “Herkes ne yapıyorsa ben de onu yaparım”. Böylece ne düşünmek zahmetine girer ne de topluma ve çevresine yabancılaşır. İnsanların çoğu toplumun çıkarcı ve sığ etik değerlerine uyum sağlayarak yaşamlarını sürdürmektedirler.

Düşünen filozoflar ise bu üç soruyu Realist, İdealist, Teleolojik, Materyalist ve Pragmatist yaklaşımla beş farklı şekilde yanıtlamışlardır.

Realist (gerçekçi) etik üzerine sistematik yorum yapmış olan ilk düşünür Aristoteles’tir. Aristo (M.Ö. 384-322) Etik adını verdiği eserinde aklın yolunu önermiş ve doğru olan ahlaki davranışların aşırılıklardan uzak olması gerektiğini savunmuştur. Bu durum İslam düşünürleri tarafından da benimsenmiştir. Onlara göre iki aşırı davranış tarzı vardır. Bunlara ifrat ve tefrit denir. İfrat gereğinden fazla aşırı davranışlara denir. Tefrit ise tam aksi olup, gereğinden fazla pasif kalındığı durumlara denir. Örnek olarak, çocuğunu eğitmek isteyen fakat bu eğitim metodunda dövmeyi ve aşırı derecede cezalandırmayı seçen ebeveynler ifrat içindedirler. Çocuğuna fiske bile vurmayan ve çocuğun her istediğine onay verip şımartan ebeveynler de tefrit içindedirler. Amaç, ne biri ne diğeri ama gereğinde sert gereğinde yumuşak davranarak dürüst ahlâk ilkelerini küçük yaştan itibaren aşılamaktır. İslam ahlâkı büyük çapta realist etik olup, ifrat ve tefriti uygun görmez.


İfrat ve tefritten uzak orta yolu tutmaya Budhist felsefesinde Dharma denir. Bu söz aynı zamanda “doğru olan”, “dürüst olan”, “gerçek olan” anlamlarında da kullanılmıştır.

Kadim Yunan felsefesinde etik konusu “iyi nedir?” sorusu ile başlasa da “En yüksek iyilik nedir?” veya “İdeal iyilik nedir?” sorularını da araştırmıştır. Bu sorgulama “Eudaimon” kavramı ile belirtilir ki “iyi ruh” anlamını taşır. Bu görüşe göre iyi ruh sahibi insan aynı zamanda mutlu insandır. Bu bakımdan, Eudaimonia “mutluluk” olarak tanımlanabilir.


Bu kavramı Platon (Eflatun) düşünce boyutunda ideal varlık olarak tanımlamış, Aristo ise akıl ve mantık içeren “iyi davranış” olarak yaşama realist bakışla uygulamıştır. Soldaki tabloda Plato (Eflatun) ile Aristo görülüyor.
Kadim Yunan düşüncesine göre iyi davranış için insanda Arete veya Areti sözü ile belirtilen yüksek değerlerin bulunması gerekir.

İdealist Etik

İdealist Etik İmmanuel Kant (1724-1804) etiğidir. Bu etik “deontoloji” adını alır ve varlıktan bağımsız, ideal ve mutlak kavramlar içeren bir ahlak sistemidir. Kant ideal (mutlak) dürüstlükten yanadır ve hiçbir şart altında yalan söylememek gerektiğini savunur. Kant’ın idealizmi hem Platon’un ve Sokrat’ın “idea” (mükemmel düşünce, ideal) kavramına hem kutsal kitaplardaki dürüstlük emirlerine ve hem de Newton fiziğindeki mutlak kavramlara dayanır. Newton fiziğinde uzam ve zaman gibi mutlak kavramlar bulunur. Kant, döneminin doğa anlayışını yansıtan Newton fiziğinden etkilenmiştir. Kant aynen Konfiçyus gibi ideal iyiliğe ve görev ahlâkına önem verir.

Teleolojik Etik
Teleolojik Etik amaca ve sonuca yöneliktir. Amaç doğruysa ve sonuç da iyiyse yapılan hareket de etiktir ve ahlâka uygundur. Eğer amaç ve sonuç önemli ise sorulması gereken soru: “Kimin amacına uygun? Sonuç kimin için iyi?” olmalıdır. Eğer hem kişiye hem de genel topluma ve doğaya hayırlı ise iyidir denebilir. Ancak, “hayırlı olması” ile “faydalı olması” aynı değildir. Fayda kısa vadeli çıkarlar içerir, hayır ise uzun vadeli yararlar içerir. Yani, fayda kısa süreli hayır uzun sürelidir. Ayrıca “fayda” yerel, “hayır” ise genel bir alana etkindir. İslam etiğinde önemli yer tutan “hayır” kavramı dâhil edilmezse teleolojik etik kısa dönemli şahsi çıkar arayışına dönüşebilir.


Materyalist Etik
Materyalist Etik Spinoza etiğidir. Spinoza (1632-1677) insan için mutluluk ve özgürlük etiğini savunur. Spinoza doğaya ve maddi dünyaya önem verir ve Tanrı doğadadır görüşüyle Panteizm inancındadır. Mutluluğu ve özgürlüğü bu maddi dünyada aramak günümüz insanına çok uygun düştüğünden Spinoza yeniden okunmakta ve beğenilmektedir. Spinoza etikte rasyonel (ussal) düşüncenin ve empirik (bedensel ve pratik) tecrübenin önemini vurgular. Yaşadığı dönemde Alman rasyonalizmi ve İngiliz Ampirizmi güçlü felsefi akımlar olduklarından, Hollanda’da yaşamış olan Spinoza her iki akımın etkisinde kalmıştır. Ampirist görüş deney ve gözlemlere düşünceden daha fazla önem verir. İngiltere’de John Locke, Fransa’da Descartes ve Almanya’da Leibniz tarafından savunulmuştur. İslam düşünce sisteminde İbn-i Sinâ için ampirik düşünceyi savunduğu söylenir. Materyalist ve ampirik etik bilimin gelişiminde etkin olmuşlardır.

Pragmatik Etik
Pragmatik Etik “bir davranış şekli akla ve mantığa uygun, pratik uygulamada da faydalı ise doğrudur” görüşünü savunur. Bu düşünce iyilik ve doğruluk kavramlarını fayda kavramı ile bağdaştırır. Bu tür bir ahlak anlayışı iki ana kola ayrılır. A) Din kitaplarında önerilen klasik ve pratik ahlak, B) 19cu yüzyılda geliştirilmiş olan Anglosakson Pragmatizmi.
Önce din kitaplarındaki pragmatik etiğe bakalım.

Dini etik Altın Kural olarak bilinen bir anlayışa dayanır. Altın Kural şunu der: “Her insan adil olmalıdır. Başkalarından beklediği adaleti kendi de başkalarına uygulamalıdır”. Burada bir beklenti vardır ve bu bakımdan “faydacı” pragmatik düşünce içeren bir önermedir. Eski yunanda Epikür tarafından da savunulmuştur. Altın Kural “Sana başkaları tarafından yapılmasını istemediğini başkalarına yapma” şeklinde de ifade edilmiştir.

Charles Sanders Pierce – William James – John Dewey

Anglosakson Pragmatizmi: Pragmatist Anglosakson etiği 19cu yüzyılda Charles Sanders Pierce, William James ve John Dewey tarafından geliştirilmiştir. Pragmatizm sözünü Pierce 1870 yılında ilk olarak kullanmıştır. Bu ahlak anlayışında esas olan pratik ve doğrudan elde edilen tecrübelerdir. Kuramlar (Teoriler) tecrübelerin soyutlanması sonucunda oluşurlar ve pratik sonuçlar üretmeyi amaçlarlar. Yani, kuram teknoloji üretmek için vardır. Pragmatik görüşe göre önemli olan nasıl? Sorusuna yanıt aramaktır. Bu bakımdan ileriye dönük faydayı önemser.

Naviler ve Mohikanlar

Avatar filmini seyrettiniz sanırım. Filimde Na’Vi adıyla tanımlanan yerli halk ile Amerikan yerlilerinden Mohikanlar arasında büyük benzerlikler var. Saç kesimlerinden dünya görüşlerine kadar. Alttaki resimde bu benzerliği görmek mümkündür.

Filim bir bakıma beyaz adamın kızılderililere yaptıklarını farklı bir senaryo ile anlatıyor. Bir çeşit günah çıkarma olarak da görülebilir. Sonunda önemli bir de nasihatta bulunuyor. Na’Vi’ler başarıya ulaşıp işgalcileri ülkelerinden atmayı başarmışlarsa nedeni birlikte savaşmayı ve ortak düşmana karşı birlikte mücadele etmeyi göze almış olmalarındandır. Kızılderililer bunu maalesef başaramadılar. Birleşemediler ve sonuçta yenik düştüler. Bence bu mesaj önemlidir ve pek çok insanın gözünden da kaçmış olabilir.

Not: Resmin kaynağı alttaki sitedir.

http://www.x-bilinmeyen.net/avatar/id1.htm