Asimov, bir zaman yolcusu muydu?

Lütfen önce Asimov’un 1954 yılında yazdığı Çok güzel bir gün öyküsünü okuyun ve sonra konuya devam edelim, ya da nasıl isterseniz öyle yapın. 🤗

Öykü şu cümleyle bitiyor:

“Biliyor musunuz, bugün çok güzel bir gün. Sanırım yürüyeceğim.”

Öykü, ışınlamanın insanların günlük rutinine girdiği bir çağda geçiyor. Öyle ki herkesin evinde ışınlama makinesi vardır ve insanlar mikrop kapacakları korkusuyla “dışarı” çıkmayı gereksiz bulurlar. Artık bir yerden başka bir yere her türlü seyahat ışınlanmayla gerçekleşmektedir. Çocuklar okula ışınlanarak gitmekte, anneler biraz daha yüksek enerji maliyeti ödemek pahasına, binlerce kilometre uzaklıktaki ülkeleri ziyaret etmek için ışınlanmaktadırlar. Işınlanma, içine bir “kapı”dan girilen makine sayesinde gerçekleşmektedir. “Kapı” imgesinin farklı anlamlar içeren şekillerde, öykünün pek çok yerinde, metaforik olarak kullanıldığı gözlenmektedir.

Küçük Richard’ın Büyük Keşfi

Işınlama makinesinin bozulduğu gün Richard, komşularının ışınlama makinesini kullanmak yerine, yangın çıkışını kullanarak araziye çıkar. Okula yürüyerek gitmeyi tercih etmesiyle başlayan süreç, öyküdeki olay örgüsünün başlangıcıdır. Richard dışarıyı -aslında yeniden- keşfetmiştir. Oysa, Richard’ın öğretmenine göre: “Dışarıda bir şey yoktur. Dışarısı hariç. Güneş ışığı sertçe parlıyordur ve tozlu bir rüzgâr vardır.” Gelecekteki toplumda yaşamın kolay, güvenli ve hijyenik olması her şeyin önüne geçmiştir. Dışarıda olmak gereksiz ve anlamsız bir hale gelmiştir.

**


Aradan 67 yıl geçmiş, O bu öyküyü yazalı!
sizce bu, zaman yolcusu olduğuna bir kanıt sayılabilir mi? yetmez mi? O halde bir de vakıf ve Dünya kitabına uğrayalım:

“Gaia’nın küçük düzenliliğine nasıl uyum sağlayamıyorsa Vakıf’ın devasa karmaşasına da sağlayamayacaktı. Hiçbir yerde kendini evinde hissetmeyecek, her yerde yetim olacaktı.”

Gaia – Ortak bir bilinci paylaşan gezegen

“Tarihin başlangıcından önce insanların olayları hatırlayabildikleri halde konuşamadıkları bir çağ yaşanmış olmalı. Sonra konuşma icat edildi ve hatıraların ifade edilmesini ve insandan insana aktarılmasını sağladı. Sonraları hatıraları kaydedip zaman içinde nesilden nesile aktarmak için yazı icat edildi. O zamandan bu yana bütün bilimsel ilerlemeler bu hatıraların aktarılması ve depolanması için daha fazla yer açılmasını ve istenen konuların daha kolay hatırlanmasını sağladı. Fakat bireyler birleşip Gaia’yı oluşturduktan sonra bütün bunlar geçerliliğini yitirdi. Sonraki her şeyin temeli olan ilk kayıt sistemine, yani hafızaya tekrar dönebiliyoruz.”

Gaia’da insanlar, hayvanlar ve hatta cansız dağlar ve taşlar bile ortak bir bilince sahiptir. Herkes herkesin zihnindekini bilir, belleğindekini öğrenebilir. 

“Bak Trevize, sen zihninde olmayan bir şeyi öğrenmek istiyorsan uygun bir kitap-filme bakar ya da bilgisayarın veri bankalarını kullanırsın. Ben ise Gaia’nın bütün zihnini tararım.”

Hiçbir şeyin yazıya dökülmediği ve kayda alınmadığı gezegende bilgi nasıl saklanır? Hem insan zihinlerinde hem de canlı varlıklarda.

“Mineral yapısında mı? Kayaları ve dağlık alanları mı diyorsun yani?”

“Ve bazı veri türleri için okyanusu ve atmosferi de. Bunlar da Gaia’ya dahil.”

“Ama cansız sistemler ne depolayabilir ki?”

“Çok fazla şey. Yoğunluk düşük, ama hacim o kadar fazla ki Gaia’nın bütün hafızasının büyük bir bölümü kayalarında depolanıyor. Kayalardaki hatıraları almak ve yerlerine başka bir şey koymak biraz daha uzun sürüyor, bu yüzden onlar ölü verileri, tabiri caizse normalde günlük yaşamda nadiren ihtiyaç duyulacak bilgileri depolamakta kullanılıyor.”

Dünya ve insanların galaksiye yayılması

Romanda, Trevize, Pelorat ve Bliss insanlığın galakside yayılma geçmişini araştırıyor ve geriye doğru adım adım gidiyor ve her şeyin başladığı Dünya’yı bulmaya çalışıyorlar.

 Peki, Dünya/Arz nerededir ve ona ne olmuştur?

“Arz insanlığın ve milyonlarca bitki ve hayvan türünün ilk eviymiş. Sayısız yıl boyunca bu böyle devam ettikten sonra üstuzay yolculuğu icat edilmiş. Sonra Uzaycı dünyaları kurulmuş. Bunlar Arz’dan ayrılmışlar, kendi kültürlerini geliştirmişler ve çıktıkları gezegeni aşağılar ve ezer olmuşlar. Böyle iki yüzyıl geçtikten sonra Arz özgürlüğünü tekrar kazanmayı başarmış…” 

“Arz ikinci bir yerleşim dalgası başlatmış ve yeni bir yöntemle birçok yeni dünyaya yerleşmiş. Bu yeni Yerleşimciler grubu Uzaycılardan daha enerjik çıkmış, onları geride bırakmış, yenmiş, onlardan daha çok dayanmış ve sonunda da Galaksi İmparatorluğu’nu kurmuş. Yerleşimcilerle Uzaycılar arasındaki çatışmanın seyri sırasında Arz radyoaktif hale gelmiş.”

Soruma henüz cevap bulamadığım için, bir sonraki yazıda zaman yolculuğuna dair bilgilerle yeniden Asimov diyeceğim, şimdilik hoşçakalınız

Kurgulardan seçtiklerim

The Professor and the Madman (Deli ve Dahi)

2019 İrlanda yapımı dram/biyografi sınıfındaki bu filmin baş rolleri yıldız parlıyor! Yönetmen koltuğunda Farhad Safinia’nın oturduğu biyografik yapımın başrolleri Mel Gibson ve Sean Penn.

Oxford İngilizce Sözlüğü’nün yaradılışının gerçek hikayesini konu ediyor. Professor James Murray, gerçekleştirmek istediği proje için gecesini gündüzüne katarak çalışmaktadır. Onun amacı, Oxford İngilizce Sözlüğü’nün  ilk baskısını hayata geçirmektir. Çalışmalarını sürdürdüğü sırada Murray’in eline akıl hastanesinden büyük bir çalışma gelir. Tehlikeli hastaların konulduğu bir akıl hastanesinde yatmakta olan Dr. W.C. Minor, profesöre 10,000 kelimelik bir çalışma gönderir. Minor’un gönderdiği bu liste, ikilinin yollarının kesişmesine neden olur. Filmde bir aşk hikayesi de var ve paranoyanın sanırım iyi bir örneği de sergilenmiş. Olay binsekizyüzlü yılların sonunda geçiyor. İzlenmeye değer olduğunu rahatça söyleyebilirim. (sözlük deyip geçmemek lazım. Hele sözlüğe geçirilen, üzerinde güneş batmayan büyük Britanya’nın lisanı olunca siz düşünün artık)

karanlık sular, roman

Bu hafta okuduğum polisiye romanın anlatımı her ne kadar başarılı olsa da hikaye beklentimin altında kaldı. Bir polisiyeden çok aileler arası ilişkilerin anlatıldığı roman, karakterlerin bakış açısıyla anlatılmış. Ayrıca nerdeyse kitabın yarısına kadar kim kimdir akılda kalmıyor çünkü bazen tam isimleri bazen kısaltılmışlarını kullanıyor, üstelik bunlar birbiriyle bütünsel bir ilişki içinde değiller, her biri kendi kitabını yazmış gibi. Yazar çok övüldüğü için almıştım fakat benim gibi polisiyeci birinden ancak orta düzey not alır.
Bir gün ansızın Julia Abbott’un kapısı polisler tarafından çalınır. Julia tehlikeyi sezmiştir. Sevmediği ablası Daniela’nın ilgisini çekmek için başına belaya soktuğunu düşünür. Ancak polisler ablasının öldüğünü söyler. Bunun üzerine Julia Çocukluğunun geçtiği Değirmene gider. Ablası ardında bir kız çocuğu bırakmıştır. Kızını babasız büyütmüştür. Adı Lena’dır.

*

a kind of murder- film

İşte polisiye diye buna derim. Zaten beğendiğim yazar Patricia Highsmith’ın kitabından uyarlanmış. Müziği, gerilimi, geçtiği ortam da gayet uygun seçilmiş. Polisiyeyi şiddet ya da korku zannedenlere pek uymaz.
1960’ların New York şehrinde geçen hikaye, aydınlatılmamış bir cinayetin peşinden sürüklenen, bu sürüklenmede zaten sorunları olan evliliğine daha büyük darbeler alan, aslında mimar olup polisiye hikayeleri dergide yayınlanmış olan Walter’ın içine düştüğü olaylara ışık tutuyor. Filmin sorusu: “Birinin ölmesini istemekle bunun gerçekleşmesi için çalışmak arasındaki fark nedir?”
Öneririm

*

Ben, Robot-kitap

Dev yazar #asimov , “garip oyun arkadaşı”isimli öyküsünde robotun tekine şöyle diyordu: İstese de istemese de, sadık, sevecen, kibar biri. Makine sonuçta; öyle yapmışlar. #benrobot kitabı hem birbirinden ayrı hem de birbirini bütünler 11 öyküden oluşuyor. Başka yazarların kendi kabiliyetlerince değişik zamanlarda ve halen kaleme aldıkları öyküler romanlar filmler Asimovun ortaya koyduğu bu kaidenin üzerinde yer almadıkça okuyucu tarafından gerçekçi bulunmuyor😀bu sebeple #bilimkurgu ya ilgi gösterip başlayanların ilk okunası kitabı bu olmalı #robotbilim #pozitronik

Instagram’da Sibel Atasoy_ “Sayfaları kaydırın lütfen. Dev yazar #asimov , “garip oyun arkadaşı”isimli öyküsünde robotun tekine şöyle diyordu_ İstese de istemese de…”

Robotlar söz konusu olunca, insan rahatsızlıkları romantik analojilerden ibarettir. #asimov peki insanı #robot tan ayıran keskin bir çizgi var mı sizce?#bilim #bilimkurgu #hastalık #bilinemiyen #sorgulayan #irobot #benrobotokumadan #insanolmak konusunu irdeleyemezsiniz #mukayese ye ihtiyaç var#insanbilimi #robotbilim

Instagram’da Sibel Atasoy_ “Robotlar söz konusu olunca, insan rahatsızlıkları romantik analojilerden ibarettir. #asimov peki insanı #robot tan ayıran keskin bir çizgi…”

 

 

Robotlar aslında ne ister?

Biz insanlar da robotlar gibi yazılımlarla doluyuz. Aramızdaki farkın duygular olduğu söylenir bilimkurgularda fakat bu da muğlak bir ayrım çünkü duyguları düşüncelerimiz, düşüncelerimizi ise zaten yazılımlar oluşturur. Robotlar ölmez biz ölürüz.Aslında onlar da eskir, parçaları yazıılımları güncellenir ve sadece çok daha uzun dönem için kişiliklerini korurlar.
Ban göre kendi aralarında üremiyor oluşları şimdilik en belirgin farkımız çünkü insanlardaki üreme, yeni bireyin anne babadan randomsample aldığı şeylerle (tesadüfi seçim) oluşuyor ve yeni bir şey ancak böyle ortaya çıkabilir. Yazılımların icat edemeyeceği denli tuhaf ötesi bileşimler çıkıyor ortaya insanda.
Örneğin robotların turing testini geçmeleri bana pek olası gelmiyor.çünkü onlara 50 tane lisan yazılımı yükleseniz dahi, annenin yavrusuna yüklediği manada olmaz yani gerçeklik belirmez. Orada devreye giren bambaşka bir şey var. Bunların başında belli belirsiz işleyen bu iyi bu kötü, bu doğru bu yanlış vardır. Bunlar eğer robota yazılımla yüklenirse çok net olacağından onu kandırmak kolay olur ama insanı kandıramazsın bu anlamda. Örneğin  robotlara ahlak normlarını herhangi bir kültürü baz alarak yazılım olarak yükleyebilirsin ama bu asla mother tongue (ana lisanı) ile yüklenen büyünün yerine geçmez bence.
Robotlarda özgür irade olmadığı söylenebilir. Bu da hayli tartışmalı bir konu.
Bazen ben bir kere ve özel bir durum için insanımsı bir yaratığa özgür iradesiyle hareket etmesi söylenmiştir. Ve sonra bu giderek insanlık için müktesep hak haline gelmiştir (bence), çoğu şey böyle olur hayatta. Örneğin bir robotla şöyle bir konuşma yapabilirsiniz:

Devamını oku “Robotlar aslında ne ister?”

Görelilik Üzerine İdealist Yorumlar

isik-hizi“Işıl adında genç bir kız vardı
Hızı ışığı aşan;
Bir gün yola çıktı
Göreli bir biçimde
Ve önceki gece evine döndü.”

(A. Buller, Punch, 19 Aralık 1923)

Kuantum mekaniği gibi, görelilik de bilime mistisizmi bulaştırmak isteyenlerce ele geçirildi.

“Görelilik”, evreni gerçekte bilemeyeceğimiz anlamında ele alınıyor. J. D. Bernal’ın açıkladığı gibi: Ne var ki, Einstein’ın çalışmalarının uygulanabileceği dar uzmanlık alanlarının dışındaki etkisinin genel mistifikasyonun bir parçası olduğu da aynı ölçüde doğrudur. Onun çalışmaları, Birinci Dünya Savaşından sonra hayal kırıklığına uğramış entelektüeller tarafından, gerçeklerle yüzleşmeyi reddetmekte kendilerine yardımcı olması amacıyla hevesle sahiplenildi. Yalnızca “görelilik” sözcüğünü kullanma ve “her şey görelidir” ya da “ne kastettiğinize bağlı” deme ihtiyacındaydılar. Einstein’ın düşüncelerinin tümüyle yanlış bir yorumudur bu. Aslında, tam da “görelilik” sözcüğü yanlış bir kavramdır. Einstein’ın kendisi değişmezlik teorisi adını tercih etmişti ve bu ad kastettiği düşünceyi –görelilik teorisinin vulger kavranışının tam zıddını– çok daha iyi ifade etmekteydi. Einstein’e göre, “her şey görelidir” demek kesinlikle doğru değildir. Daha en başta, durgun enerji (yani madde ve enerjinin birliği) görelilik teorisinin mutlaklarından biridir. Bir diğer mutlaklık da ışık hızının oluşturduğu sınırdır. Bir düşüncenin en az bir başkası kadar doğru olduğunu ve “bütünüyle ona nasıl baktığınıza bağlı” olduğunu ifade eden gerçekliğin keyfi ve öznel yorumundan çok farklı olarak, Einstein “bağıl hareketlerin ya da kütleçekimin oluşturduğu göze batan kafa karışıklığına, yanılsamalara ve çelişkilere rağmen neyin «mutlak» ve güvenilir olduğunu keşfetmişti.”
Devamını oku “Görelilik Üzerine İdealist Yorumlar”

Gökyüzünde yalnız gezmeyin yıldızlar

Edindiğiniz her bir bilgi, gökyüzünde yalnız gezen bir yıldız ya da okyanusta bir adacık gibidir, bunlardan binlercesini edinmektense bir tanesine/bikaç tanesine bağlanın! Köprü kurmakla; farkındalığınızın bağlantısal düzeyine geçer ve bir anda hayal bile edemeyeceğiniz adacıklara ulaşırsınız.
KALA’nın her şey birbiriyle bağlantılıdır özelliğini hatırlayınız.
Urban shaman, birey olmanın ilişkiyle (bağlantısallık) mümkün olabileceğini savunmakla kalmaz, tüm şifalandırma teknikleri ile çoğu kez istenen sonuca ulaşıldığını kanıtlar.
Biz insanların nasıl ilişki kurduğumuzu anlamak için yapılan bir dizi araştırma sonucunda; yeryüzündeki herhangi iki insanı birbiriyle ilişkilendirmek için 5 ila 7 bağlantının yeterli olduğu kanısına varılmış, hatta bu durum “altı derecelik ayrılık” teriminin doğmasına sebep olmuştur. Bu konuyu anlamak için basitçe facebook’un çalışma biçimini düşünseniz bile yeter 🙂
Tabi farkındalığın üçüncü düzeyi olan bağlantısallık yalnızca insanların birbirine bağlarını değil, zaman/uzay/madde arasında kurulan köprülerdir. Bilgiye ulaşımın en kestirme yoludur, fiziksel ya da duygusal hareket gerektirmez. Çünkü bunlar öylesine çok kez tekrar edildi ki dünyada, onların bıraktıkları ısı izlerini takip etmek yeterli olur. aloha

*

Mental bedenlerin, biyorobotik (insan) fiziksel kılıfları yerine teknorobotik kılıflar içine yerleşme olasılığı nedir acaba? Bunu düşünen oldu mu?
Örneğin Asimov’un üstün özellikli R. Daneel olivaw ve R. giskard reventlov robotları mental bedenlere sahip olabilir mi? Bu durumda insan tanımı nasıl yapılacak?
http://tr.wikipedia.org/wiki/Robot

Şimdi robot teknolojisi iyice geliştiğinde, bazı robotların diğerlerinden farklı olduğu görülebilecektir diyorum tıpkı Daneel ve Riscard gibi çünkü bazılarının içine mental beden (bazıları buna ruh da diyebilir) girmiş olabilecek ama diğerleri bu anlamda boş kılıflar olabilecekler!   Dünyanın bir çok değişik coğrafyasında şaman kültürlerinin içinde buna benzer mitler dolaşır, öyle ki; bazı usta büyücülerin kendilerini uzun süre yaşayan varlıkların içine nakledebildikleri, örneğin bir çınar ağacı içinde bin yıl, bir kristalin içinde onbinlerce yıl yaşadıkları söylenir. Olmayan bi şeyi söyleyebilmek zordur bu sebeple eski meseller ve mitler yaratıcı meslekler icra edenlerin en büyük dostu olmuştur 🙂

Sebebini tartışmıyorum şu an ama diyelim ki nöronların bilgi trasnferlerinden/elektromanyetik sinyallerden ya da bilemediğimiz başka nedenlerden bazı insanlarda mental beden aktive olmuş diyelim bir an için. Nasıl ki rüya bedenleri var yani onlar da daha farklı titreşimdeki bedenler, astral beden diyorlar ve bir çok kişi bunu deneyimlediğini anlatıyor. Tıpkı bunun gibi mental beden aktif olduğunda, kendini fizik bedenle sınırlı görmek istemez (onun ömrü aşağı yukarı belli) ve fakat fizik bedenin kaybından sonra bile titreşim aralığı düşük mevcut gerçekliğimizde kalmaya devam etmek isterse, işte o zaman gelişmiş teknorobotlar kullanışlı birer yuva olabilir mi diyorum 🙂

Benim mental bedenle ilgili soruma benzemekle birlikte çok daha basit bi öngörü Hiçi destanı üçlemesinde gayet başarılı biçimde ortaya atılmıştır. Okuyanlarınız varsa, orada bir insanın bilinci ölüm anına kadarki tüm anılarıyla birlikte sonsuza kadar ulaşılabilecek biçimde bir yere nakledilebiliyor ancak Hafıza-bilincin yaşamasını sağlayamıyordu, yani fizik ölüme kadar ne toplandıysa o total, ya da enerji kalıbı artık değişmeyecek biçimde donup kalıyordu. Güzel bir üçlemedir hatırlayan varsa.