Spiritüel Kara Mizah

Enlightened Dizisi… Spiritüellik, yeni cağ uğraşları, yeni enerji söylemleri hakkinda kara mizah gibi görünüyor bana, diğer açidan cok naif bi gerçekçiliği de var, hatta iç sızlatıcı.
İzleyen varsa az didikleyebiliriz, hatta gıdıklayabiliriz 🙂
Bence yerli yapımcılar bu dizinin de türkçeleştirme hakkını satın alırlar, bilselerdi tabi.

Birleşik Alan Kullanımı ya da BAK

BAK Hakkında:

Birleşik Alan Kullanımı(BAK) uygulaması, gerek kadim öğretiler gerekse kuantum fiziği ile kendi düşünsel ve pratik yolculuğumun verileri bir araya getirildiğinde sanki hep elimizin altında idi buna rağmen deneme aşamasında hepimizi şaşkına çevirdi.

Prensipte bu uygulamanın temeli, bir kişi olarak “BEN” öznesi ile her bir cümleye başladığımızda; iki ayrı ve temel ben’den bahsediyor oluşumuzla ilgilidir. Birincisi, her birimizin ben öznesinin TEK bir BEN oluşu, ikincisi ise her birimize has, eşi benzeri olmayan biricik ben oluşudur.

Biricik (unique) olan ve dünyadaki insan sayısı kadar çeşitte olan benlerimiz, kendimizi olduğumuz yaşa kadar belirleyip özelleştirdiğimiz benler’dir. Bu yönüyle bireysel benliğimizdir (parçacık). Diğeri ise hepimizde bulunan tek BEN yönüyle bileşik benliğimizdir (dalga).

Bu gözlemlerimiz neticesinde Bileşik benliğimizin bir ağ bağlantısı olduğunu söylemek pek de yanlış olmayacaktır. İşte Birleşik Alan Kullanımı uygulamasında biz bu ağ bağlantısına sorular yöneltiyor ve her seferinde onun bizlere gösterdiği cevapları şaşkınlık ve hayranlıkla izliyoruz. Holografik yapımızın bir belirtisi sayılabilecek bu uygulamamız her seansta yeni bir yönüyle kendini ortaya seriyor ve bizi yeni denemeler yapmak için heveslendiriyor.
Bu uygulama ile her türlü soruya cevap bulabiliyoruz, yeter ki soruyu akıl edebilelim.

BAK uygulamaları ne tür sonuçlar veriyor?

BAK’ın şimdiye kadar gözlemleyebildiğim bikaç işlevi var ve kimbilir bilemediğim daha neleri var 🙂
İşlevlerden birincisi, açık ve ortada olan, yani birleşik alanın zaman ve mekan kısıtı olmaması sebebiyle bilmediğimiz bir soruya bireysel tahminimizden daha olası ve yakın cevaplar verebilmesi.
İkincisi, oyunculara, her birini kendini bildiği (birleşim noktasının sabitlenmiş olduğu nokta) algı noktasından/rolünden 40 dakika için kısmen çıkarabilmesi! Bu büyük bir başarıdır ancak rüyalarda ya da dış madde alımıyla başarılabilen bir durumu kolayca yapabilmesi.
Üçüncüsü, oyuncuları kendi bildikleri algı noktasından çıkarmakla genel bir şifalanma için uygun hale getirmesi.
Dördüncüsü, oyuncuları bütün bu olayları bir yandan oynarken bir yandan seyirci olma (uyanık rüya gibi, lücid) konumunda tutması ve yerine döndüğünde bir çok şeyi hatırlayabilmesi.
Beşincisi, Hatırlayamadıkları için de gurup çalışması yapılıp birbirine (hapishaneden kaçmak için yardımlaşma) anımsatılabilmesi

Altıncısı, ilk işlevle ilgili olarak bir çeşit zamanda yolculuk yapılabilmesi. Bu yönüyle bir solucan deliği oluşmasına olanak veriyormuş gibi görünüyor.

Yedincisi, Egomuz itibariyle sık söyleyemediğimiz bir kelimeyi; “bilmiyorum” kelimesini tam bir kabul haline getirebildiğimiz ve ancak bu şekilde oynayabildiğimiz nadir bir olanak yaratmasıdır diyebilirim.

Tarihte buna benzer belki de daha kapsamlı ve bilinçli uygulamalar da yapılmıştır bunu bilemeyiz. Önemli olan şu an böyle bir uygulamayı akıl edebiliyor oluşumuz. Bu konuda özellikle ilk denemelerde bana güvenerek deneyimi gerçekleştirebilmemize olanak veren TUVA’daki arkadaşlarıma minnetarım.

Ben yalnızca BAK uygulamasının fikir babası ve onu denemeye cesaret ederek onu doğurmuş olan annesiyim. Uygulama ile ilgili hiç bir şahsi hak iddia etmediğimi ve dünyanın kullanımına açık olduğunu belirtmekten mutluyum. Zaten adı üstünde BİRLEŞİK ALAN KULLANIMI.

Şimdi aradan artık bir yılı aşkın süre geçti ve bazı yerlerde BAK uygulaması modere etmeye cesaret eden arkadaşlarımızın varlığını sevinçle öğreniyorum. (Zaten en çok on seneye kadar okullardaki eğitim sisteminde ve sokaklardaki çocuk oyunlarında da BAK esaslarını görmeye başlayacağımız kehanetinde bulunmuştum. Belki bu kadar bile sürmez, az ihtiyatlı davrandım)

Bu durumda BAK moderasyonu yapacak arkadaşlarımıza da bazı önerilerim olacak:

  1. BAK uygulamasının temeli “bilmiyorum” da yatar. Cevabını bildiğiniz bir soruyu alana yönlendirmeyin; çünkü bu kendi benzersiz benliğinizi geri çekemeyeceğiniz anlamına gelir. Bilmiyorum hissi, ortamda bir alçak basınç alanı oluşmasına sebep olur, böylece bu konudaki bilginin ister istemez alana doluşmasını sağlar.

  2. Oyuna, soruyu yönlendirmek, gelecek rolleri duyabilmek için “pür bilmiyorum” da kalabilmek ve oyun süresi boyunca “bilmiyorum” halini sürdürmek, sadece tanıklık etmek esastır.

  3. Birleşik alan, sorulan bir sorunun makul bir süre öncesinden hangi şartların nasıl oluştuğunu anlatarak başlar ve sonunda (30 ila 40 dk sonra) ŞU AN’daki son duruma ulaştırır. Hareketin sonlandığını, oyuncuların durağan bi hal aldığını gördüğünüzde, oyunu sonlandırmadan önce bir kez oyunculara “herkes yerinden memnun mu, böylece fotoğrafınızı çekeceğim” diye sorunuz. Onlar bulundukları konumu kesinleştirdiğinde bunu elinizdeki deftere not ediniz.

  4. Birleşik alan Kullanımı, bir fal bakma yöntemi değildir, çünkü yapısı itibariyle geleceği göstermez. Geleceğe dair her şey şu an alınan radikal bir kararla değişmektedir. Ve dünyadaki insanlar her an milyarlarca yeni karar alıyorlar.

  5. Her bir BAK seansında moderatör haricinde 7 ila 14 katılımcı olmasının şu ana kadar en iyi sonuçları verdiği gözlenmiştir. Oyun esnasında Katılımcılar hangi rolleri oynadıklarını bilmezler. Bunun Oyun sonuna kadar böyle kalmasına özen gösteriniz. Oyun esnasında tanıklık ettiğiniz önemli olayları ve sözleri elinizdeki not defterine kaydediniz. Bunları oyun bitiminde katılımcılarla paylaşabilirsiniz.

  6. Oyunu sonlandırdıktan sonra katılımcılara ve Birleşik Alan’a teşekkür ediniz. Şimdi artık bilebilirsiniz! Kendi biricik görüşlerinizi düşünebilir ya da dile getirebilir, hatta Birleşik Alan’ın gösterdiği cevaba katılmadığınızı bile söyleyebilirsiniz. Şüphesiz ki her birimiz benzersiziz.

  7. Birleşik Alan, bir sorunun cevabı olarak dünya çapındaki tüm bilinçli varlıkların titreşimlerinin bir ortalamasını sunar bize. O bir son an ölçücüsüdür. Ve bunu modere etmek büyük bir onur/sorumluluktur.

sevgilerimle

Sibel Atasoy

Yazar, görüşmeci

not: Lütfen soru sormanın incelikleri konusundaki şu yazımıza da bi göz atıverin, tıklayınız.

Birlikte BAK oynadığımız arkadaşların Kuantum fiziği ile ilgili yayınlanan videoları kaçırmadan izlemelerini arzu ederim. Zaten BAK’ı deneme isteğim; kuantum fiziğine olan büyük ilgim ile sezgilerim ve oyuncu kişiliğiml birleşmesi ve artık bilginin bizatihi “uygulama” olduğu bu zamanın doğal itişi sonucudur muhtemelen.

Not: Her hafta cumartesi saat 16′da Tuva Sanat-Taksimde BAK oynuyoruz. Oynamak için önceden hiç bi bilgiye, hazırlığa gerek yoktur. Oyununuz gelirse koşarak gelin (dikkat edin ayağınızı burkmayın)

Ayrıca, en az 8 katılımcı toplayabildiğiniz her yere gelip BAK oyunu modere etmeye hazırım. Bu şehirlerarası bile olabilir. Buradan duyurmuş olayım. (moderasyonla ilgili ücret filan aldığım yok, aklınıza gelirse diye söylüyorum). Bu oyun hakikaten ilginç 🙂

http://sibelatasoy.com/?p=4102

Bilim Üzerine

Bilim konusundaki her tartışmada ortaya çıkan iki soru vardır;

(A) Bilim nedir? • nasıl ilerler, sonuçları nelerdir, standartları, usulleri, sonuçları öteki alanların standartlarından, usullerinden, sonuçlarından ne bakımdan farklıdır?

(B) Bilimi bu kadar yüce yapan nedir? – bilimi öteki varoluş biçimlerine kıyasla daha yeğlenir yapan ve bunun sonucu olarak da farklı standartlar kullanmasını ve farklı sonuçlar elde etmesini sağlayan nedir? Modem bilimi Aristotelesçilerin bilimine ya da Hopi’lerin evrenbilimine kıyasla yeğlenir yapan nedir?

Soru (B)’yi yanıtlamaya çalışırken bilimin alternatiflerini bilimsel standartlarla yargılamamız gerektiği gözden kaçmamalıdır. Soru (B)’yi yanıtlamaya çalışırken incelediğimiz şey bu standartların kendileridir, o nedenle onları yargılarımıza temel yapamayız.

Soru A’nin tek değil birçok yanıtı var. Bilim felsefesinin her ekolü. bilimin ne olduğu ve nasıl işlediği konusunda farklı bir öykü anlatır. Buna ek olarak, bilim adamlarının. politikacıların ve genel kamuoyu “sözcüleri”nin anlattıkları da vardır. Bilimin doğası üzerindeki giz perdesinin hala kaldırılmamış olduğunu söylediğimizde gerçeğe fazla uzak düşmüş sayılmayız. Ama mesele yine de tartışılıyor, günün birinde bilim konusunda alçakgönüllü bir bilginin ortaya çıkma şansı vardır.

Soru B’yi soran hemen kimse yoktur. Bilimin kusursuzluğu varsayılır, kanıtlanmaz. Bu konuda bilim adamları ve bilim felsefecileri, kendilerinden önce biricik Roma Kilisesi’nin savunucuları nasıl davrandılarsa öyle davranırlar: Kilise öğretisi hakikattir, bunun dışında kalan her şey pagan saçmalıklarıdır. Gerçekten de bir zamanlar din-bilimsel retoriğin cephaneliğinde bulunan belirli tartışma ve örtük ikna yöntemleri şimdi bilimde kendilerine yeni bir mekan bulmuşlardır. Bu fenomen, garip ve bir miktar üzücü olsa da bir avuç müminle sınırlı kaldığı surece aklı başında kimse için rahatsız edici bir şey olmazdı: Özgür bir toplumda birçok garip inanışlara, öğretilere, kurumlara yer vardır. Ama bilimin üstünlüğünün onun doğasından geldiği varsayımı bilimin de ötesine geçerek hemen herkes için bir iman nesnesi haline gelmiştir. Dahası, bilim artık tikel bir kurum değildir; Kilise bir zamanlar nasıl toplumun temel dokusunun bir parçası idiyse, şimdi de bilim demokrasinin temel dokusunun bir parçası olmuştur. Kilise ile Devlet artık elbette birbirlerinden özenle ayrılmışlardır. Oysa Devlet ile Bilim iç içedirler.

Özgür Bir Toplumda Bilim – Paul Feyerabend

Burada üzerinde durulan konu insanlığın tam şu andaki noktasında gerçekten çok önemlidir. Bu durum Bilimin kullandığı araçların sorgulanması durumudur ve kadın-erkek bilim adamı ayrımını içermekle birlikte bundan daha geniş ve vahimdir.

Kişisel görüşüm son yüzyılda mühim miktarını Fizikçilerin oluşturduğu, bilimin her dalından ciddi bilim adamlarının bu yanılgıyı fark etmiş oldukları, kişilikleri ve yöntemlerini bu doğrultuda sorgulamış olduklarıdır. Tabii bu insanlık için umut verici bir gelişme olmuştur.

Yukarıdaki eleştirel kitap 1987 yılında basılmış ve kitabın hemen bütünü son derece ilgi çekicidir.

Bu konuyu tamamiyle kapsadığını düşündüğüm ve

“Bilimin Kesinsizliği”

Topiğinde yazısından alıntı yaptığım Fizikçi Feynman’ın görüşlerine bir kez daha göz atmak sanırım aydınlatıcı olur. Bakınız: http://sibelatasoy.com/?p=237

Sibel Atasoy

10.03.04

İnanç, ikna, plasebo

Plasebo için, kısaca hastaya ilâç diye verilen tesirsiz madde, sahte ilaç diyebiliriz. Şu adreste örnekleriyle daha geniş bilgi var, az sonra sunacağım fikir dizgesi için önce bunu okumak açıklayıcı olabilir:

http://sibelatasoy.com/?p=205

Plasebo etkisinin geçerli olabilmesi için çok önemli ilksel bir şart var; kişi öncelikle “asıl”a inanmış olmalıdır! Açıktır ki bir şeyin sahtesi var ise onun bir de aslı vardır.

Peki insanları bir şeyin ASIL olduğuna inandırmak kolay mıdır?
Kolay olmadığını biliyoruz. Sebep ise insanın 0-6 yaş arasında edinmiş olduğu, dünyayı algılamasına sebep olan, kendi ve ötekiliği oluşturan temel bilgilerin sonradan yıkılamaz güçte oluşudur. Dünyanın genelinde kültürlere göre farklılık gösterse de ezici çoğunluğun tabi olduğu bilgiler büyük oranda örtüşür ve böylece aynı devirdeki dünya insanları ortak bir rüyayı görebilme ehliyetini edinir. Bu bir yandan büyük bir başarı olmakla birlikte diğer yandan, başka bir rüyaya ya da gerçekliğe geçmenin önünü kesin biçimde kapatan bir engeldir de. Yani ilaç aynı zamanda zehirdir!

İnsanlar gözleriyle gördüklerine inanmaya eğilimlidirler fakat “temel bilgiler” (ortak rüya için bebeklikte alınan ilaç) onları bu konuda da şüpheci olmaya iter; çünkü birçok kötü/dolandırıcı insan vardır ve göz boyama sanatı ile insanı kandırabilir ve yoldan (ortak rüyadan) çıkarabilirler. Adına makul şüphe denilen bu “korku aşısı” gerçekten de fevkalade işe yaramaktadır. Makul düzeyi aşarsa bu durumda kişiye paranoya tanısı konur ve seviyesi normal(!) düzeye indirilmeye çalışılır.

İçgüdüsel ve animistik dönemlerde, insanlar doğanın gücüne ve onunla konuşabilen şamana, sonuçlarını gözleriyle müşahede ettikleri için inanıyorlardı, böylece onların ASILları bizzat kişisel deneyimlere dayanıyordu. Belki bu sebeple bir nesilden diğerine ya da bir yörenin şamanından diğer bir şamana göre ASILlar değişebiliyordu.
Giderek feodal yapılar ve onun da yerini tek tanrılı dinlerin yönetimleri aldı. Bu kez insanlar gözleriyle görmedikleri, bizzat deneyimlemedikleri hatta birinci ya da ikinci elden deneyimleyenle bile karşılaşmadıkları halde “temel bilgiler” (0-6 yaş yapılandırması)yoluyla ASILlar elde etmeye başladılar. Bu dönemin ASILları çok keskindi ve nerdeyse üçbin yıl boyunca tartışmasız hüküm sürdüler.

Bu keskin dönem süresince gerçeği ilk elden görme(!) çalışmaları, insanın birey bilincinin esas alınmasına yönelik erken dönem bilimsel faaliyetleri dini yönetimlerden gizli sürdürülmekteydi. Bu gurup çalışmaları bazen de kişisel girişimler çok dikkatli olmak ve yer altında konumlanmak durumundaydı çünkü kolayca şeytanla ilişkilendirilebiliyor ve ASIL için tehlike arz ettiği gerekçesiyle zalim cezalara çarptırılabiliyorlardı. Erken dönem bilimcileri çoğu kez faaliyetlerini mensup oldukları dine ve kutsal kitaplara dayandırmak durumunda kaldılar.

Derken yaklaşık üçyüz sene kadar önce başlayan bir açılma dönemine girildi. Bilim yöntemi alenen kullanılabilmeye başlandı. İletişim araçlarının artmasının da yarattığı ivme ile farklı konularda araştırma yapan bilimciler birbirleriyle temas edebildiler ve buluşlar her on yılda daha da artan bir hızda dünyayı kasıp kavurmaya başladı. Böylece Ken Wilber’in Her Şeyin Teorisi kitabında detaylandırdığı çeşitli araştırma verileri açıkça gösterdi ki, dünya nüfusunun %50 si Bilimin gücüne iman etmektedir! İşte böylece ASILları belirleme imtiyazı Bilim Yöntemi’nin eline geçti. Kral öldü yaşasın kral!

Bilim yönteminin “genelleştirme” kıstasını yoğunluklu olarak kullanışının da bir sonucu olarak ortalamanın dışına atılan, görmezden gelinen bazen de hatalı üretim gibi görünen bölük pörçük unsurlar, dünyada bir yandan gelişmekte olan “kendini özgürce ifade etme” rüzgârından (yeşilci ve hümanist akımlar) yararlanarak kazan kaldırmaya başladı. Dikkate alınmayan bu olasılıklar, gerek dıştan (terör, aykırıcılık, anarşi, fantastik vs) gerekse içten (toplu olarak nevroz diye nitelendirilebilecek) insanlığın toplu rüyasını ve ASILlarını tehdit eder oldular.

Yüz sene kadar önce dünyada gerçekten de özel bişeylerin başladığını, yepyeni bir ASIL’a doğru ürkek adımlar atıldığını görebiliyoruz. Bunlar psikoloji alanında (Freud, Jung, Adler vs), sosyoloji, antropoloji, edebiyat, felsefe ve özellikle fizik alanında duyuluyordu. Kuantum Kuramı adı verilen ne olduğu çok belirsiz bir önerme bilim adamları üzerinde şaşkınlık verici bir heyecan uyandırmaya başlamıştı. Kuantum fiziği, bilimin ASILlarını yıkıyor ancak belki yerine bir daha ASIL koyamayabileceğimizi de üzülerek ekliyordu. Kuantum kuramının da babası olan Einstein bu gidişatı içine sindirememiş “Tanrı zar atmaz” diyerek, araştırmalarını bir başka alana metafizik alana kaydırmıştı.

Kuantum kuramı, bize yaratımın ikili doğasını anlata dursun, bilim dünyası bir yandan onca çabayla oluşmuş ASILları teknolojiye havale etmeye devam ederken, diğer yandan bir sonraki sabahtan kuşku içinde bocalamaya başlar ve böylece bir kısmı, aynen pirleri Einstein’in yaptığı gibi metafizik/kutsal kitaplar alanlarından destek edinmeye yönelirler.
Bu yöneliş, Dünyada modernize olmuş din temasının ortaya çıkmasına sebep olmuş olabilir. Eski defterler yeniden açılmış ve insan nesli uygulamalarından edindiği birinci elden bilgilerini, Tanrıdan gelen bilgilerle eşleştirme yarışına girmiştir. Burada amaç, kendi boyunun ölçüsünü almak için bir duvar cetveli mi edinmektir yoksa tanrıyı mı test etmektir bilemiyorum(oysa her nereye bakarlarsa kendi suretlerini-kendi sandıkları bilgileri- görebilecekleri aşikârdır). Bana kalırsa kuantumdan kaçış yoktur!

Bilimsel yöntemlerden kısmetini alıp dinsel ögelerle denkleştirme çabasına girmiş bu insanlar için geri dönüş söz konusu olamayacağı halde, yarattıkları dönüş rüzgarı, henüz bilim yönteminden nasiplenmemiş, birey olmaya oldukça uzak büyük insan kitlelerini harekete geçirdi. Her devirde olduğu gibi duygu istismarıyla kitleler üzerinde güç sahibi olmak isteyenler çok zaman önce kaybedilmiş bir savaşın rövanşını yapmakta oldukları zannına kapıldılar. Bu da sanırım geçilmesi gereken bir entervaldir.
Kuantum kuramı, insanlık öyküsünü ya da ülküsünü, bilinçli animistik yaşam diyebileceğim ikinci düşünce katına yani entegratif ve giderek Holistik anlayış düzeyine taşıyacaktır. (Bakınız: http://sibelatasoy.com/?p=3532)

Her neyse, yeniden ana konuya dönmek istiyorum, plasebo etkisini mevcut ASIL (bilim) onayladığına(!) göre bu muhteşem etkiyi, hayat kalitemizi yükseltmek adına nasıl kullanabiliriz?

İkna yani inandırılma yani KANDIRılMA!

Gerçek bir öğretmen bizi kandırabilendir. İkna ila kandırmanın aynı şey olmadığını iddia edecekler olacaktır-daha önce oldu- Kandırma kelimesi bize çok kötü bişeymiş gibi öğretilen çıkar sağlama ile ilişkili görülmektedir. Oysa ikna bildiğimiz anlamda zihinden zihine bilgi aktarımı ile yapılan bir öğretme değildir. Şüphesiz bir aydırma işlemidir. Belki bu işlemin iman etme olduğunu söylersek pek de yanılmış olmayız. İman, şüphesiz bilmektir. İnanma ise bilmek isteyişin hazırlığı, niyetidir.

Yaşamımızın hemen her anında yaptığımız da budur ve aslında bilmeden nefret ettiğimiz şey, kandırışa dayanan mevcudiyetimizdir. Gerçek denen şeyin tam olarak kandırılmayla oluştuğunu, rollerin kusursuz icrası olduğunu biliyoruz.

Rolümüzü iyi oynayamadığımızda karşıdaki “kendini kandırma!” diye bizi uyarır. Aslında söylediği şudur farkında olmadan: “kendini tam kandıramamışsın bu sebeple beni ikna edemiyorsun”. Bazıları “kandırma” kelimesinden iğreniyorlar, sanki onu yok ettiklerinde mutlak bir gerçekle karşılaşabileceklermiş gibi!

“Mutlak gerçek”, oldukça uzun süren harika bir tam kandırıştı, geçti gitti. Artık bu kadar rahat değiliz.

Bir yaqui Kızılderili bilgi adamı olan Don Juan Matus, öğrencisi Castaneda’ya : kendisine gösterdiği ya da öğrettiği şeylerin aslında önemli olmadığını yapmak istediği şeyin sadece, kendi varlığındaki gizli erke ve ona ulaşabileceğine inandırılmaya razı olmasını sağlamak olduğunu söylüyor!
Bize gereken, burnumuzun dibinde ölçüsüz erkin var olduğuna bizi ikna edecek bi öğretmendir. (Sessiz Bilgi kitabından)

Evet öğretmen ikna eder ve hem de bu bir kandırıştır; çünkü öğretmenin bu ikna işleminde menfaati var! Bu bir bayrak yarışıdır, yerine bayrağı taşıyacak birini bulamazsan ölemezsin ya da dinlenemezsin (bu konuyu Gurdjief gayet yalın biçimde anlatmıştır). Bu elini yakan bişeydir, en kısa zamanda onu başka bi ele tutuşturmalısın, yoksa güzelim dünyanın senin üzerine yaptığı yatırım boşa gitmiş olacak! Eh işte öğretmenin menfaati de buradadır. Basit ve bilinen kural: Ver kurtul! Ve lakin bu yanan eli kim alacak? Kim bu yarışa çıkabilmişti, kaç kişi? Ve bunlardan kaçı yeterince hızlı ve dayanıklıydı?

O halde Plasebo etkisini kullanabilmek için gerekli doneleri şöyle sıralayalım:
1.ASIL yani plaseboyu yerine koyacağınız asıl şey.
2.ASIL’a tam inanç.
3.İşlemin dertlinin kendisinden tamamıyla gizlenmesi.
4.İşlemi uygulayacak olanın rolünü çok iyi oynaması, (değilse tam inançlı bir uygulayıcı olup, başkası tarafından kandırılması gerekir.)
5.Plasebo etkisinden –uygulayıcıları aydınlatmak dışında-fazlaca bahsedilmemesi.
6.Derdinden kurtarılan kişiye ya da yakınlarına plasebodan söz edilmemesi
7. İlaç şirketlerini ya da tüm ASILların sahiplerini her halikarda onlarsız yapamayacağımıza inandırıp, telaşa kapılmalarını engellemek de gerekecektir.

ASILlara inançlarını kaybetmiş olanlar için plasebo yöntemi uygulanamaz. Onların ayrı bir kategoride değerlendirilmesi lazım.
Tüm bu geçişler, dönüşümler, kavga gibi görünen her şey, muhteşem birliğimizin göz alıcı öyküsü. Bir denizin dalgaları gibi bir görünüp bir kaybolan bireyler ve baki olan ağ bağlantımız. Sonsuzlukta yankılanan hoş bir seda.
Boşluğa basamak dizenlere selam olsun.

Sibel Atasoy

05.01.2011 – Beylerbeyi
http://sibelatasoy.com/?p=3888